Recent Posts

30 Eylül 2009 Çarşamba

Şimdi Ayvalık'ta Olmak Vardı




Şimdi Ayvalık'ta olmak vardı. Güzel yurdumuzda belki de en çok huzur bulduğum en sevdiğim yerlerden birisi .Orada deniz başkadır, güneş farklı doğup farklı batar. Bütün yıl boyu çoğunlukla yaz aylarında hiç olmazsa birkaç gün gider hem kafamı dinler hem keyfini çıkarırım orada her şeyin. Özellikle denizin, rüzgarın ve dalganın...
Bu birkaç günlük bir ziyaret olsa da önümüzdeki aylar boyu bu birkaç günde çektiğim fotoğraflara bakıp bir dahaki yazın hayallerini kurarım. Naçizane, bu sefer fotoğraflarımı buraya ekleyerek bu keyfi sizlerle paylaşmak istiyorum.


Gün batarken denizin üstünde hiçbir yerde görmediğiniz bir renge bürünür etraf burada. Ufuk ayrı bir kızarır Ayvalık’ın üzerine çektiği kırış kırış çarşafı ise bambaşka bir renktedir. Adalar çoğu zaman pencerelerini açar ve içeri hafif , serin bir rüzgar esiverir. Etkileyici bir halin içine girersiniz. Sanki her yerde batan güneş bu gördüğümüz güneş değil gibidir.

Balıkçılar teknelerini hazırlar. Oltalar çıkar. Martılar voltaya koyulur tepenizde. Kediler nöbete başlar.


Ben bu sefer ne martı olup uçmak isterim ne de balıkçı . Kedi bile olmak istemem. Bir bankta oturup bu döngüyü seyrederim. Gün doğar gün batar. Rüzgar eser dalga çıkar...

Bu fotoğrafları nasıl çektim? Oradaki ruh halimi en iyi özetleyen kare biricik arkadaşım Mürsel'e ait.:)) Her şey açıkça ortada...


------------------------------------------------------------------------------------
(c) Fotoğraflar dalgaizlerine aittir.TwitterTwitter'da paylaş

28 Eylül 2009 Pazartesi

Alexander Pope - İnsan Üzerine

Her zaman iyi şiirin düzyazıya göre daha değerli ve içerik bakımından zengin olduğunu düşünsem de ister istemez hayatımda düzyazının yeri daha çok. Bu çelişkinin gölgesinde zaman zaman sevdiğim şairlerin şiirlerini okuyorum. Bunlardan birisi de Alexander Pope'un İnsan Üzerine kaleme aldığı şiiri.

Aşağıda Pope'un insan üzerine yazdığı bölümlerden sadece bir parça var. Şairin bundan başka bir diğer önemli eseri de eleştiriler üzerine yazdığı şiirlerdir. Burada yine o sevdiğim ve birçok ingiliz şair ve yazarda olan hicivle kötü eleştirinin kötü eserden daha katlanılmaz olduğunu söyler.

İnsan üzerine yazdığı felsefik şiirinde ise insanın kendi hakkında mantığa dayalı düşünceler üretmesi,kilisenin ve Hıristiyanlığın özünün sorgulanması ve insanın bütün bir hayat zincirinde dünyadaki yeri gibi konular yer bulur.

EPISTLE II (İnsan üzerine)

Sen seni bil, bırak Tanrı'yı incelemeyi
Kendindir kendinin asıl bileceği
Sen ki durursun çift yanı deniz bir karada
Aklı karanlık cüssesi kaba
Çokça bilgili şüpheden yana eşi yok
Almamış ama sabırdan hissesini
Sallanır durur orta yerde şaşkın gitmekte ya da kalmakta
Tanrı mı yoksa bir canavar mı olduğunu sanmakta
Şaşkındır şaşkın bedeni mi aklı mı var seçmekte
Ölmek için doğmuş kullanır aklını sadece günah işlemekte
Ne farkı var sanki birbirinden cahilliği de mantığı da
Ya çok az düşünür ya da çok fazla
Kördüğüm olmuş birbirine düşünce ve tutkunun hayali
Söver kendi kendine över kendi kendine
Yaratılmıştır yarı yükselmek yarı düşmek için
Her şeyin büyük efendisi fakat her şeye bir yem
Kendisidir ancak yargılayabilir gerçeği
Kendisidir sonsuz hatalar içinde
Şanı , şakası ve bilmecesidir dünyanın
Git üstün yaratık ilmin ışığına çık
Toprağı ölç havayı tart ve ceziri incele
Gezegenlere hangi yörünglerde döneceklerini öğret
Zamanı yeniden ayarla güneşi düzene koy
Eflatunla birlikte gökteki yıldızlara ulaş
İlk güzele git ,ilk bütüne ve ilk doğruya git
Ya onu izleyenlerin izlerinden yürü
Ya da mantığı bırak pervane gibi dönen doğulu papazların yaptığını yap
Ve çevir kafalarını güneşi takip etmeleri için
Git ölümsüz akla yönetmeyi öğret
Sonra kendine dön ve aptallığını kabullen.

Şiirin orjinal metni :

EPISTLE II
OF THE NATURE AND STATE OF MAN WITH RESPECT
TO HIMSELF, AS AN INDIVIDUAL
Know then thyself, presume not God to scan,
The proper study of mankind is man.
Plac'd on this isthmus of a middle state,
A being darkly wise, and rudely great:
With too much knowledge for the sceptic side,
With too much weakness for the Stoic's pride,
He hangs between; in doubt to act, or rest;
In doubt to deem himself a God, or beast;
In doubt his mind or body to prefer;
Born but to die, and reas'ning but to err;
Alike in ignorance, his reason such,
Whether he thinks too little or too much:
Chaos of thought and passion, all confus'd;
Still by himself abus'd or disabus'd;
Created half to rise, and half to fall;
Great lord of all things, yet a prey to all;
Sole judge of truth, in endless error hurl'd:
The glory, jest, and riddle of the world!
Go, wondrous creature! mount where science guides,
Go, measure earth, weigh air, and state the tides;
Instruct the planets in what orbs to run,
Correct old time, and regulate the sun;
Go, soar with Plato to th' empyreal sphere,
To the first good, first perfect, and first fair;
Or tread the mazy round his follow'rs trod
And quitting sense call imitating God;
As eastern priests in giddy circles run,
And turn their heads to imitate the sun.
Go, teach eternal wisdom how to rule-
Then drop into thyself, and be a fool!

Eserin en beğendiğim yönü kendisini her şeyin merkezine koyan insanın asıl halini yüzüne vurması. Bunları anlatırken öyle güzel kelimeler seçmiş ki ! Dördüncü dizedeki "darkly wise(aklı karanlık)"sözü ne kadar da insanı anlatıyor. Bir de bu kesilmiş bölümün finalini seviyorum. Her şeyi yapan insana aptallığına kabullen ,aptal özüne dön demek bir çok soruya açıklama getiriyor.

-------------------------------------------------------------------------------------
© Fotoğraf wikipedia.org sitesinden alıntıdır.Orjinal tablo Michael Dahl'a ait olup Londra National Portrait Gallery'de sergilenmektedir.TwitterTwitter'da paylaş

24 Eylül 2009 Perşembe

House ve Holmes

Çılgın doktor döndü.

Geçenlerde izlediğim eşsiz altıncı sezon prömiyerinden sonra şüphesiz hayranı olduğum televizyon dizisi olan House MD konusunda bir şeyler yazmam gerektiğini düşündüm. Dizinin en sevdiğim yanlarından olan izleyeni felsefik düşüncelere yönlendirmesi durumu yeni sezon prömiyeri ile birlikte hayat-ölüm, doğruluk-ikiyüzlülük eksenine akıllılık-delilik, mutluluk-mutsuzluk çatışmalarının da eklenmesiyle adeta tadından yenmez bir hal aldı. Başta Dr.House olmak üzere karakterler yine çok kuvvetliydi. Neredeyse herbirini çözümlemek bir o kadar kolay yine bir o kadar zordu.Eserin metin yazarlarının House'dan da zeki olduğuna şüphem yok. Diziyi hala izlemeyenlere izlemelerini öneririm. İlk sezon Dvd'leri ülkemizde şu anda satışta.

House MD yaratıcısı David Shore'dan bahsetmişken kendisinin internette bir röportajını okudum. Yazıya göre bazı bölümlerde House karakterinin oluşumunda Sherlock Holmes'tan etkilendiğini söylüyor.

Sir Arthur Conan Doyle tarafından oluşturulan bir hayali dedektif kahramanla David Shore'un televizyonla hayata koyduğu doktor Gregory House arasında ne gibi benzerlikler olabilir? Biraz derine inelim :

* Sherlock Holmes bir bakışta bir kişi hakkında çıkarımlarda bulunabiliyor. House da benzer bir şekilde ilk bakışta bir hastaya teşhis koyabiliyor ve kişiliği hakkında çıkarımlar yapabiliyor.
* Dedektifimiz bir kokain bağımlısıylen doktorumuz Vicodin bağımlısı.
* Birisi ölümcül suçlar diğeri de ölümcül virüs ve mikroplarla savaşıyor.
* Belki de aralarındaki en bariz benzerliklerden birisi de bu mücadeleler sırasında kullandıkları metod. Elimizdeki imkansızları elediğimizde bize kalan mümkün görünmeyen aslında doğru sonuç olabilir metoduyla ikisi de tümdengelimi kullanıyor.
* Her ikisi de çevresindekilere soyismiyle hitap ediyor.Holmes'un en iyi olası arkadaşı Dr.Watson House'unki ise Dr. Wilson.
* 5.sezon 11.(Joy to the World)bölümde Wilson Irene Adler adlı kişiden House'un tek gerçek aşkı diye bahsediyor. Aslına bakılırsa Irene Adler bir Sherlock Holmes kısa öyküsü olan Bohemya'da Skandal'ın bir kahramanı ve Dr. Watson tarafından Holmes'un tek aşkı olduğu söyleniyor.
* House'un evinin numarası olan 221B aynı zamanda Sherlock Holmes'un Baker sokağındaki adrestir.
* Her ikisi de müziğe tutkun. Holmes keman House ise piyano çalıyor.
* Her ikisi de iş üstünde olmadıkları zaman isteksiz ve tembeller.

Kuşkusuz iki karakter arasında açık benzerlikler var. İsimleri de birbirine oldukça yakın değil mi House - Holmes ?


Hala altıncı sezonun ilk bölümünün etkisindeyim. Oradan bir bölümle noktayı koymak istiyorum. House ve akıl hastanesine bir hastanın ziyaretçisi olarak gelen Lydia arasındaki konuşmalar gerçekten iyi yazılmış. Lydia ila pek de insanlara güvenmeyen House arasında şaşırdığım bir yakınlaşma oldu. Sonuç aslında hüsran ama House ruhsal bir kazanımla çıktı. Artık değişti mi değişmedi mi göreceğiz.

Bu ikisinin arasındaki diyaloglardan:
House:Aramızdakinin ne olduğunu bilmem gerekiyor.
Lydia:Söyledim, mutlu olan iki insan.
House:Bunun iki muhtemel sonucu var.Biter, biri acı çeker veya bitmez,yine biri acı çeker. (Vay be! )
Lydia: Yani son kötü ! Başlangıcın da böyle olması gerekmiyor. Hayatın tadını çıkaramayacağımız anlamına gelmez hayat kötü çünkü. ( Klasik anı yaşa mantığı )
Bunun üzerine House : Good-bye Lydia. !

Antiparantez Amerikan TV. kanallarını protesto edeyim.:) Yarım saate bir konan hamburger, tavuk vs. fastfood reklamları çılgınlığa dönmüş durumda...

-------------------------------------------------------------------------------------
© Kaynak : röportaj http://www.zap2it.com/tv/
ilk fotoğraf www.hughlaurie.net ikinci fotoğraf HouseMD 6.sezon 1.bölümTwitterTwitter'da paylaş

20 Eylül 2009 Pazar

İyi Bayramlar


Ramazan Bayramınız Kutlu Olsun !

Şeker gibi bir bayram geçirmenizi dilerim. :)


---------------------------------------------------------------------------------------
© Fotoğraf dalgaizlerine aittir.TwitterTwitter'da paylaş

13 Eylül 2009 Pazar

Ay çöreği ve Türkler, Marie Antoinette ve hamur işi


Ay çöreği...Ramazan ayında her yenen şeyin burna güzel kokmasına benzer nedenden midir bilmem ay çöreği hakkında yazmak istiyorum. Birçoğumuzun pastaneden almış olduğu ya da evde yapıp çayın yanında yediği bildik çöreklerden bahsedeceğim.

Dediğim gibi hemen hepimiz bu çöreklerden yemişizdir ancak bu çöreklerin tarihini, nereden geldiğini pek azımız bilir. Çayın yanında yediğimiz basit bir çörek olmasına karşın nereden geldiği hususunda bir çok yemek söylencesi karşımıza çıkıyor.


Fransızların croissant, bazılarımızın da onlardan alıp kruvasan dediği bu çörek türü kelime anlamı olarak yarım ay yani hilâl demektir. İngilizler de aynı çöreğe aynı anlamlı crescent roll derlermiş.

Efsanelerden belki de en güçlüsü Osmanlı ordusunun 1683 tarihinde Viyana'yı ikinci kuşatmasına dayanıyor.Bu zorlu kuşatmadan kurtulan Viyanalıların Türk bayrağına gönderme yaparak bu çöreği yaptıkları ve dağıtarak kutlamalarda bulundukları söylenir. Hatta aynı döneme ait bir fırıncının gece ekmek yaparken Osmanlı lağımcılarının açtığı kuyulardan sesler duyması üzerinde kaleye haber vermesi sonucu ortaya çıktığı ve bun üzerine yapılan ay çöreğini yerken de tabiri caizse fırıncı Türkleri böyle yedi türünden abartılar da yapılmaktadır. Yani o fırıncı sabah fırına erken gitmeseydi Viyana alınır mıydı?

Yine aynı hilâl ayına gönderme yaparak bu çöreğin tarihini Emevi Araplara ya da yine Osmanlı'nın Budapeşte'nin Budin'ini almasına dayandıranlar var. Bir başka fikir de halkın Nuh diyen peygamer demeyen inadıyla meşhur Fransız kraliçesi Marie Antoinette'ten kurtulması sonucu böyle bir çörekli kutlamaya başvurduğunu söylüyor.Tabi ki bunların hepsi varsayım. Bu kendisinden kurtulunan ya da Türklerden kurtulmak büyük bir olay deyip ay çöreğini bugünlere ulaştırdığı düşünülen kraliçeyi aslında çok ünlü bir sözünden tanıyoruz: "Ekmek yoksa pasta yesinler."


Kraliçe'nin söylediği bu sözün Fransızca aslı "Qu'ils mangent de la brioche" imiş. Bildiğimiz gibi danışmanları halk aç diye bu her türlü hamur işinden çıkan kadına gelmişler ve bu cevabı almışlar. Kraliçe pasta yesinler demiş ama bu "la brioche" bizim bildiğimiz pastadan biraz farklı diyebiliriz. Biraz daha yağlanmış yumurtalanmış kek gibi düşünelim. Pek fazla Fransız tarihine girmek istememekle beraber bu sözün giyotinle öldürülen ve pek de sevilmeyen kraliçe ağzından çıkmış gibi uydurulan bir propaganda sözü olduğunu düşünüyorum ben.

İşin garip tarafı ise iki çörek hikayesinin de altından aynı Marie Antoinette'in çıkması.

Ay çöreği konusunda,ister Cervantes'in kolunu İnebahtı'da biz kesmişiz ve Cezayir'de esir tutmuşuz. O Don Kişotu öyle yazmış. İspanyollar bütün kültürünü bize borçlu hissindeki gibi kabullenin kendinize mal edin isterseniz de ne de çabuk unuttular Mohaç'ı , Zigetvar'ı diye hücum marşı çalıp Viyana'ya yürüyün. :)

Boşverelim en iyisi bunları ben çok severim ay çöreğini size de afiyet olsun.

-------------------------------------------------------------------------------------
© Fotoğraflar www.wikipedia.org sitesinden alınmıştır.TwitterTwitter'da paylaş

12 Eylül 2009 Cumartesi

Pirin Mağaraları (Perre Antik Kenti)-Adıyaman


Keşfedilmeyi bekleyen bir değer , büyülü bir antik şehirdeydim. Geçmişten günümüze yansımaya başlayan bir başka sanat eserinde.

Geçenlerde ismini çok duymama rağmen bir türlü ziyaretine gidemediğim bir tarihi hazineyle yüzleşmenin sevincini yaşadım. Etraf çevrede daha çok Pirin Mağaraları adıyla bilinen Perre Antik kentini ziyaretim biraz da hoş bir tesadüfün eseriydi diyebilirim.

Şehir merkezine uzak bir yerde diye düşünüyordum ilk önce . Yanılmışım. Adıyaman’ın hemen dibinde olan antik hazineye ulaşım şehir minibüsleriyle sağlanıyor. Kolej’e giden minibüslere binip bu heyecanı keşfetmek bu kadar kolay. Yanıldığım bir diğer noktada bu şehir hakkında pek bilgi sahibi olmamamdan kaynaklanıyor. Ben alelade üç beş mağara beklerken karşımda görsel bir şölen, tarihi bir hazine, bulunan ve bulunmayı bekleyen bir şehir buldum.


Adıyaman’da hükum süren Kommagene Krallığının beş büyük kentinden birisi olan Perre Antik Kenti hakkında ülkemiz insanlarının ve dünyanın pek haberdar olduğu söylenemez. 2000’li yıllarda başlayan kazı çalışmalarının hala devam ettiği bir zamanda keşfettim burayı ve önümüzdeki yıllarda yeni eserlerin gün yüzüne çıkacağından eminim.


Karşıma çıkan ve beni heyecanlandıran manzarayı paylaşmam gerekirse burada altında koca bir şehir yatan bir tepe var. Eski şehir topraktan temizlenmeyi bekliyor. Bunu tepe boyunca devam eden ve yüzeyde kendini gösteren kayalardan kolayca anlayabiliyoruz. Tepenin değişik yönlerdeki yamaçlarında aşınma sonucu meydana çıkmış şehirler bu heyecan verici fikri tetikliyor. Yine tepenin değişik bölümlerinde aşınma sonucu kendini yeryüzüne gösteren kapılar merdivenleri görebilirsiniz. Günümüzde nitelikli aletler tarafından yerin altında neler olduğu belirlenebiliyor. Burası için böyle bir çalışma yapıldı mı bilmiyorum. Düşünün koca bir dağ altında büyük bir antik şehir…




Ayaklarınızın altında bir büyük şehir...Ayaklarınızın altında yaşanmışlıklar, hatıralar...


Perre Antik Kenti Kazı çalışmaları birçok eser gibi izin ve kaynak bekliyor. Hayalkırıklığı yaratan bir diğer nokta da tarihi yörede ziyaretçiler için herhangi bir tabela ya da bilgi verici bir yazı olmaması. Eğer bu bakımsız anlayış devam ederse mağaralar madde bağımlılarına kalmaya aday.


Kaya mezarları, evler ve yapıların bulunduğu Pirin mağaraları giderek kazanacağı ilgiyle bana göre dünyanın yeni harikaları arasına girmeye aday bir yer. Eğer Adıyaman’a yolunuz düşerse uğramadan gitmemenizi öneririm.



-------------------------------------------------------------------------------------
© Fotoğraflar dalgaizlerine aittir.TwitterTwitter'da paylaş

10 Eylül 2009 Perşembe

Bütün dünya bir oyun sahnesidir


Bugün Farsça'dan dilimize giren "rüzgâr" sözcüğünün geldiği yerde "zaman" anlamında olduğunu öğrendim. Ne benzerlik ama ! Bazıları için hoş bir esinti olan zamanın bir başkasını yıktığı olmamış mıdır? Yıkmış geçmiştir bazen nasıl geçtiği belli değildir bazen ise ahestedir.

Bunun üzerine düşünmenin tadını çıkarırken belki de bu tadı en üst seviyeye çıkarmanın gereğini yapıp Shakespeare karıştırmaya başladım.

Derken Shakespeare'in Türkçe'ye Dilediğiniz Şekilde ya da Size Nasıl Geliyorsa diye çevrilen As You Lıke It oyunundaki o muhteşem bölüm geldi. Bu oyunu tiyatroda izlediğim andan beri etkisinden kurtulamadığım çok sevdiğim bu ünlü monoloğu sizlerle burada paylaşmak istiyorum.

İkinci perdenin yedinci sahnesinde Jaques tarafından aktarılan bu monologda hayat yedi sahneli bir oyuna benzetliyor.

Orjinali :
All the world's a stage,
And all the men and women merely players;
They have their exits and their entrances,
And one man in his time plays many parts,
His acts being seven ages. At first, the infant,
Mewling and puking in the nurse's arms.
Then the whining schoolboy, with his satchel
And shining morning face, creeping like snail
Unwillingly to school. And then the lover,
Sighing like furnace, with a woeful ballad
Made to his mistress' eyebrow. Then a soldier,
Full of strange oaths and bearded like the pard,
Jealous in honor, sudden and quick in quarrel,
Seeking the bubble reputation
Even in the cannon's mouth. And then the justice,
In fair round belly with good capon lined,
With eyes severe and beard of formal cut,
Full of wise saws and modern instances;
And so he plays his part. The sixth age shifts
Into the lean and slippered pantaloon,
With spectacles on nose and pouch on side;
His youthful hose, well saved, a world too wide
For his shrunk shank, and his big manly voice,
Turning again toward childish treble, pipes
And whistles in his sound. Last scene of all,
That ends this strange eventful history,
Is second childishness and mere oblivion,
Sans teeth, sans eyes, sans taste, sans everything.

Türkçesi :
Bütün dünya bir sahnedir,
Ve bütün erkekler ve kadınlar yalnızca birer oyuncu :
Çıkışları ve girişleri vardır hepsinin;
Ve bir insan hayatı boyunca birçok rolde oynar,
Bu roller onun yedi çağıdır, ilki bebeklik olan
Agulayıp kusarken dadısının kucağında.
Daha sonra mızmız okul çocuğudur,okul çantasıyla
Yüzünde sabah ışığı bir salyangoz gibi sürünerek
Gönülsüzce okuluna giden. Ve sonra bir aşık olur;
Ateş gibi nefesiyle sevdiğinin kaşlarına dertli türküler yapan.
Saçma yeminlerle dolu panter sakallı bir asker sonra,
Onurda kıskanç, savaşta ani ve atik,
Bir topun ağzında dahi köpükten ünün hayali peşinde giden.
Sonra bir yargıç olur, Koca göbeği tavuk budu dolu
Resmi kesilmiş sakallı ve sert bakışlı
Bilge atasözleri ve modern örneklemelerle doludur.
Çünkü o da böyle oynar rolünü.
Altıncı çağda burnunun üzerinde gözlüğü yanında kesesi
Gençliğinden kalma pantolonuna yayılmış bedenine bol gelir.
Çocukluğuna döner büyük adam sesi , incelir.
Hepsinin son sahnesinde,sona erer olaylarla dolu tarih.
İkinci çocukluk tam anlamıyla unutulmadır.
Dişten , gözden , tattan … ve sonunda her şeyden yoksun.

Hayatın bir oyunda sözlerle bu denli çarpıcı anlatılması insanı hayrete düşürüyor. Hayat boyu eskimeyecek bu güzel eserdeki kelime seçimi ve anlatım o kadar güzel ki her satırı dahi ayrı ayrı saatlerce tartışılabilir. Ben basit bir şekilde özetlemeye çalıştım . Beni en çok etkileyen kısım başlangıç ve bitiş sahnelerinin bir döngü sonunda yeniden bir olması ve geriye kalan unutulmuşluk. Bakınca görülüyor ki sahnenin ilk ve sonu neredeyse aynı. Böyle düşününce ya ortadaki sahneler çok anlam kazanıyor ya da bu sahnelerin hiçbir anlamı yok.

Hayatı sahne metaforuyla rubailerinde bizlere sunan bir diğer isim de Ömer Hayyam :

Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz.
Kuklacı felek usta, kuklalar da biz.
Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer;
Bittimi oyun, sandıktayız hepimiz.

-------------------------------------------------------------------------------------
© Fotoğraf "As You Like It"'ten bir sahne www.wikipedia.org sitesinden alınmıştır.TwitterTwitter'da paylaş

7 Eylül 2009 Pazartesi

Dünya Atletizm Şampiyonasının Ardından

Berlinde geçtiğimiz günlerde biten 12. Dünya Atletizm Şampiyonasına bana göre damga vuran en önemli isim birçok kişinin de katılacağı gibi Usain Bolt ve onun inanılmaz performansı.



Jamaikalı atlet Bolt için kimi uzaylı kimi dopingli dedi. Doğru olan bir şey var ki yarışları bitirdikten sonraki zafer koşuşunda dahi kimse onu yakalayamadı. Şüphesiz dünya onu çok sevdi.




Bir başka tartışma yaratan ve sükse yapan isim de Güney Afrikalı Caster Semenya oldu.Bayanlar 800 mt.deki birinciliğine bir nevi gölge düştü. Birçok kişi tarafından erkeğe benzetildi.Bu ne biçim kız, basbayağı kız dendi.Neden şort giydiği sorgulandı.Atletizm Federasyonu test istedi. 18 yaşındaki "kızcağız" o madalyayı kazandığına kazanacağına pişman oldu.


Bir diğer isim bizim için oldukça önem taşıyor. Karin Melis Mey 6.80lik dereceyle Bayanlar uzun atlamada dünya üçüncüsü oldu ve bize oralardan madalya getirdi. Fenerbahçe kulübü sporcusu olan Mey başta kulüp başkanı Aziz Yıldırım olmak üzere tüm Türkiye'ye bir sürpriz yaptı. Başkan ondan en iyi altıncılık beklediğini belirtmişti.


Ben bir de şampiyonanın madalyalarına taktım. Böyle köşeli madalya mı olur? Usain Bolt'u düşünün! Tüm zamanların rekorlarını kıracağım ve bana bu dikdörtgen madalyayı verecekler. Onun yerinde olsam madalyayı geri vermek için o parkuru ters tarafa daha hızlı koşardım.
26 yaşındaki Alman Sanat Üniversitesi tasarım öğrencisi Elisabeth Warkus Berlin'de düzenlenecek müsabakalara özel ve eşsiz bir şey dizayn etmeliyim demiş ve ortaya bu gariplik çıkmış. Dünyada atletizmin tarihine bakarsak da böyle bir şey yok. Eski olimpiyatlarda örneğin zeytin dali şeklinde taç takılıyordu ama 1896'dan beri süre gelen modern olimpiyatlarda böyle bir şey yok. Olimpiyat dışında da ilk defa gördüm ve sevmedim. Bazı şeyler olduğu gibi kalmalı yenilik uğruna sihri bitirilmemeli. Bir dahakine üçgeni çıkarsa şaşmayın...

-------------------------------------------------------------------------------------
© ilk üç fotoğraf www.ntvmsnbc.com ,madalya fotoğrafları şampiyonanın resmi sitesi olan www.berlin2009.org adreslerinden alınmıştır.TwitterTwitter'da paylaş

5 Eylül 2009 Cumartesi

Safranbolu Saat Kulesi


Safranbolu ziyaretçileri,şehrin gözalıcı manzarasından kurtulup bir an yukarı baktıklarında eski Hükûmet Konağı yeni Kent Müzesinin ve Saat Kulesinin tarih mirası şehrin bekçiliğini yaptığına şahit olur.
Şehir merkezinden hafif bir rampa çıktığınızda müzeye girmeden ilk önce aşağıda geride bıraktığınız Safranbolu manzarasına bakmanızı öneririm. Kuleye çıkmadan önce zaten ilk olarak müzeyi gezmek zorundayız çünkü kuleye çıkış müzede verilen biletlerle mümkün. Şehre ayak bastığımdan itibaren hissettiğim tarihin içine yolculuk,eskiye ait bir parça olma hissi müze ziyaretinde adeta tavana vuruyor. Müzeden çıkıp hemen yanından saat kulesine döndüğümde de yine bu histen ayrılamıyorum. Benim gibi eskiye özlem duyan birisi için bulunmaz nimet doğrusu.



Safranbolu saat kulesi padişah III.Selim zamanında dönemin paşası İzzet Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış. Kule kesme taştan yapılmış 12 metre dikdörtgen prizması şeklinde bir kulenin üstüne saat yerleştirilerek oluşturulmuş.
Merdiven basamakları çıkıldığında saat kulesinin gönüllü bakımını üstlenen İsmail amca ve yanında saat mekanizması ile karşılaşıyorsunuz. İsmail usta'dan oldukça etkilendiğimi söyleyebilirim. Tam da memleketi gibi tarih mirası bir insan. Yaşlanmasından sonra Rıfat ustadan aldığı emanet saat kulesinin günümüze kadar gelmesinde ve bugün turizme açılmasında en önemli kişi kendisi. Senelerdir karda kışta kurmakta ve bizzat saatin bakımını yapmakta ustamız. Kule doksanlı yıllarda bir restorasyon görüyor bu restorasyona kadar saati bir naylon poşet yardımıyla yağmurdan muhafaza ediyor. Yine bu doksanlı yıllara kadar kulede elektrik olmadığını buraya hat çektirerek hem aydınlatma hem de bir elektrikli sobayla ısınma problemini çözdüğünü söylüyor.


İsmail amcayla tanışma şerefine eriştikten sonra hem onun saat kulesi ve şehir tarihi hakkında anlattıklarını dinlemek hem de yarım saatte bir çalan saatin çalmasını kulenin içinde beklemek ayrı zevkler.


Yine eskiden Eski Çarşı diye adlandırılan Yemeniciler Çarşısında ayakkabıcı olduğunu öğrendiğim amcamızın anlattıklarına göre Sadrazam İzzet Mehmet Paşa Safranbolululara size bir saat hediye edeceğim hepinizin evine ve cebine girecek diye bu saati yaptırmış. Kuleyi de tepe bir noktaya inşa ettirerek çalan saatin sesinin kilometrelerce uzaktan duyulmasını sağlamış ve bu sözünü tutmuş.
Ustamız bu kültür varlıklarına sahip çıkıp bize aktarmakla yetinmiyor aynı zamanda misafirleri için eşsiz bir evsahipliği de yapıyor.Saatin kurulumunu sembolik olarak gösterdi nasıl temizlediğini ve çalışma prensiplerini anlattı.Bunun üzerine Safranbolu hakkında bilinmesi ve gidilmesi gereken yerlerde yardımcı oldu.


Saat İngiltere'den getirtilmiş. Mekanizmanın üzerinde London yazısı çan üzerinde de 1797 tarihi var.Bunlar bana 2009 yılının Mayıs ayında İngilizlerin Big Ben saat kulesinin 150. yaşını kutlamalarını hatırlattı. Ne etkinlikler ne kutlamalar yapılmıştı. Bizler de elimizdeki değerlerin farkında olmalıyız bir şekilde zamana meydan okumasını sağlamak için.


Öneririm gidin İsmail amcanın bu hoş sohbetini tadın ve fazlasını öğrenin . Tarihi yaşamak, farkına varmak ve onun bir parçası olmak için.

-------------------------------------------------------------------------------------
© Fotoğraflar dalgaizlerine aittir.TwitterTwitter'da paylaş

4 Eylül 2009 Cuma

Dalga İzleri'ne hoşgeldiniz.!


Kıyılar ne getireceğini bilmeksizin büyük bir umutla bekler her gelen dalgayı. Dalgalar bazen soğuktur bazen ılıkça okşar taşlarını kıyılarını. Bazen şiddetlidir , sinirlidir dalgalar ve acımasızdır ancak öte yandan yorgun kıyıları dinlendirdiği de olur sakinliğiyle. Sevgilisine kavuşan sevenden farksızdır ya da şefkatli bir büyük gibidir...
Kıyılar hep bekler... Bulutlu günler olur, güneşleri bekler. Fırtınalı gecelerde yıldızların parlamasını...Dalgalar bazen harikulade midyeler, eşsiz deniz kabukları, rengarenk taşlar getirir onlara. Her zaman olmaz bu... Derinliklerin hiç sevmeyeceğimiz , yüzüne bile bakmayacağımız taşları da olabilir getirdikleri. Kızdırdı mı onu kirini üstüne kusar dalgalar kıyının bir de...
Denizimizin dalgaları şekillendirir sahilleri . Keskin uçurumlar yapar ya da çarşaf gibi kumsallar. Getirdikleriyle hep bir iz bırakır dalgalar...
Her kıyının dalgaları olduğu gibi her insanın da dalgaları vardır. Dalgaların getirdikleri olmazsa kıyıların yok olacağı gibi yok olur insan.
Bu sayfalarda dalgaların bizler için getirdiklerini paylaşacağım . İyi ya da kötü bütün izlerin hayatımızı sürdürmemiz için gerekli olduğunu düşünerek her eski dalganın ardından yenisini bekleyerek...

Hayatın bizlere hep güzel şeyler getirmesi dileğiyle...

-------------------------------------------------------------------------------------TwitterTwitter'da paylaş
Blog Widget by LinkWithin