Recent Posts

18 Kasım 2009 Çarşamba

Karayiplerde bir Türk

Turks and Caicos adaları

Turks and Caicos ,Karayiplerde, Bahamaların güneydoğusunda Haiti'nin kuzeyinde bulunan bir ada topluluğu. Bazılarımız ismini duymuştur. İsmini ilk duyduğumda irkilmiştim. /tɝːks/ Turks ? Karayipte mi ?

Adanın tarihi ile ilgili gerekli bir ufak araştırma yaptım. 1492'de Cristoph Colomb'un Amerika'yı keşfetmesinin ardı sıra İspanyol Juan Ponce de Leon adada yerleşime geçmiş. Bir diğer adla adayı sömürmeye başlamış.

Ada grubu Turks ve Caicos ada gruplarından oluşuyor.Şaşırtıcı bir diğer nokta da adanın en büyük yerleşim merkezinin Grand Turk (Büyük Türk )olması.

Adanın ismi iyice kafamı kurcaladı ve internette araştırmaya koyuldum. İlk önce bu isim konusunu soracak bu ülke vatandaşı birini bulmak lazımdı. Üniversitede okurken çok uğraştım bu işle. Sonunda bir kişi buldum ve derhal sordum. Bildiğime göre adaların şeklinden olsa gerek dedi.Bu kişinin soruyu cevaplayabilecek nitelikte bir kişi olmadığını anladım.

İlk bakışta ada grubunun şeklinin bir fese benzediğini söylüyordu. Şöyle bir bakarsak o kadar da yanlış değil bu tahmin ancak o dönemde fes kullanılmıyordu bildiğim kadarıyla.

İnternette dolaşmaya devam ederken ikinci ve daha güçlü bir öneriyle karşılaştım. Kolay olanı yaptım ve google arama motoruna " where turks and caicos name derived from? " (turks and caicos adı nereden geliyor?) yazdım. Karşıma çıkan en güçlü tezlerden birisi . Varsayıma göre bu adayı keşfeden Colombgiller bir kaktüs görüyorlar adada tepesi kırmızı fese ya da sarığa benzeyen ve içlerinden adaya ilk çıkan dehşetle bağırıyor. "Tuuuurks" (Türkleeeer) Colombus da içinden burada da mı onlar demiştir kesin.:) Bu kaktüsü merak ediyor musunuz ? İşte ada bayrağında da yer alan o bitki :


Üçüncü varsayım ise bir Türk araştırmacının bölge bilim adamları ve yöneticileriyle konuşmasından sonra ortaya çıkıyor. İnternetten okumuştum aklımda kaldığı kadarıyla yazacağım. Kaynağı da biliyordum ama çok zaman geçti. Galiba Küba'da tarihçilerle konuşulur. Bu adamlar Türkler adayı Colomb'dan önce bulmuştur . Bunun izlerini bütün adada bulmak mümkündür der. Hatta adada Türklerin öldüğü yer anlamına gelen bir yer de varmış.

Aklıma takılan sorular şunlar : İlk fes 1800'lü yıllarda Tunus'tan getirilmiş ve kullanılmaya başlanmış. Osmanlı'da fes bildiğim kadarıyla bu yıllarda takılmış.

Son öneri de aklıma ne getirdi dersiniz ? Adanın bulunduğu yerdeki detaya dikkatinizi çekiyorum. Gayet iyi incelenmiş olsa gerek. Piri Reis 1511 yılında Kitabı Bahriyeyi yazıyor. O bildik haritayı da 1513 yılında çizdiği söyleniyor. Bu haritayla ilgili bağlantı bana göre bir efsane ya da peri masalından öteye gitmiyor.

-------------------------------------------------------------------------------------
© Fotoğraflar wikipedia.org adresinden alınmıştır.TwitterTwitter'da paylaş

2 Kasım 2009 Pazartesi

Sliding Doors - Rastlantının Böylesi

Filmin Orijinal Adı : Sliding Doors
Türkçesi : Rastlantının Böylesi
Türü : Dram , Romantik
Yönetmen : Peter Howitt
Oyuncular : Gwyneth Paltrow , John Hannah , John Lynch

Ufak bir an hayatınızı iki farklı yöne doğru sürüklerse ne olur ?

Bazen hayatın akışı ufak bir şeye bağlanabilir. Bir metro kapısını açık yakalayıp yakalamamak bile mutlulukla ya da kalp sızısıyla son bulabilir.


Bir metronun otomatik kapısı açıkken ona yetişmek ya da yetişememek olarak özetleyebilirim filmin konusunu oluşturan nedeni. Filmdeki ana karakter Helen (Gwyneth Paltrow) filmin başında bir metroyu bir saniye farkıyla kaçırıyor ve bu andan itibaren film bu bir saniyenin önemini beynimize kazımak adına iki bölüme ayrılıyor. Kayan kapıdan geçebilen ve de geçemeyen Helen.
Bu esnadan sonra iki paralel dünyada iki farklı hikayeyle devam ediyor film. İkisinde de farklı iki yol var. Birbirinin içine girmiş olmasına rağmen belli tekniklerle bu karışıklık ortadan kaldırılarak hoş bir şekilde izleyiciye sunulmuş.

Hayatımızın değişik anlarındaki değişik fırsatları kullandığımız ya da kullanmadığımızda hayatımızın nasıl değişebileceğini anlatan güzel bir film. Seçenekler dünyasında hayatımızı yönlendiren bizi ve bu hayata kaderin etkisini bu etkide saniyelerin bile önemli olduğunu gösteriyor.

Gwyneth Paltrow başarılı bir iş çıkarmış. Farklı ve zor bir rolü hakkıyla yerine getirmiş. Filme değişik bir anlayışta çekilmiş romantik bir dram diyebilirim. Türkçeye çevrilmiş adıyla sanırım " Rastlantının Böylesi", Sliding Doors'u alışveriş merkezlerindeki ucuzluk sepetlerinden, herhangi bir yerden bulun derim.

Artıları : Böyle bir filmi bulmak zor çünkü değişik bir teknik kullanılmış.Aynı kişi ama paralel giden iki hayat ve iki farklı hikaye.Buna rağmen anlatımı çok başarılı.

Eksileri : Filmdeki ingiliz aksanı. Neden bilmem ama ben sinir oluyorum. Bulursanız Türkçesini öneririm.

İzleyin memnun kalacaksınız.TwitterTwitter'da paylaş

31 Ekim 2009 Cumartesi

Duvarlar

Uzun süredir duvarları fotoğraflıyorum. Gariptir,hoşuma gidiyor. Yurdumuzun ayrı yerlerinden bizlere farklı düşünceler ,farklı hisler verecek bu fotoğrafları paylaşmak istiyorum. Seyirlerinize...







-------------------------------------------------------------------------------------
© Fotoğraflar dalgaizlerine aittir.Fikir ve sanat eserleri kanununa göre izinsiz kullanılamaz.TwitterTwitter'da paylaş

27 Ekim 2009 Salı

Saplantılı ruh halleri

Son zamanlarda arada sırada uğradığım "iamneurotic.com" adlı siteyle ilgili yazayım dedim bugün. Yazılanlar ,işlenenler öyle eğlenceli öyle enteresan...Bilmeyenlerin de görmesini istedim. İngilizce "neurotic" terimi çoğumuzun zihninde sinirsel bir hasar içeren tıbbi sorun anlamını getirse de sitede üyelerin ilginç saplantılarına yer veriliyor. Hani şu çizgilere basmadan yürümeye çalışanlarımız gibi insanlar obsesif aynı zamanda acayip davranışlarını bu sitede yazıyor ve yorumluyorlar.

www.iamneurotic.com

Bu gibi şeyleri hayatımızda yadsınamaz bir yeri var aslında.Örneğin ben,sevinçlerimi uzattığım zamanlar bunun ardından istemeyeceğim bir durumu getireceğini düşünürüm.
Yolda çizgilere basmadan yürüyenler, maç seyri sırasında devamlı oturduğu yeri değiştirenler, simetri ile sorunu olanlar...
Siteden, en popüler ve sevilenlerinden bazı yazıları paylaşmayı denersem devamlı izleniyormuş hissiyle hayatlarını birer şova çevirenleri başa almalıyım galiba.
Dahasını mı istiyorsunuz? Örneğin ben bu yazıda şu ana değin hiç "k" harfini kullanmadım. :) Çok zor oldu özellikle "çok" yazamamak ama daha fazla dayanamayacağım. "k" lerimle devam ediyorum.:)


Bu fotoğrafa çok güldüm bir de. Gönderen kişi, iyi bir kitap okuyorken eğer kitabın anakarakterinin başına kötü bir şey gelme ihtimali varsa o kitabı kapatıp bir daha da okumuyorum diyor. Geride kalan yarım mutsuz kitapları siz düşünün artık.:)

Tavsiye ederim site çok eğlenceli.Öte yandan ben bunlardan ileriyim bu takıntı, saplantı durumlarında diyorsanız sitede yazılanlar hayatınızı olumsuz da etkileyebilir benden söylemesi...

-------------------------------------------------------------------------------------
© Fotoğraf kaynağı : www.iamneurotic.comTwitterTwitter'da paylaş

24 Ekim 2009 Cumartesi

Amerikan Rüyası Bitiyor mu ?

Olay geçenlerde ABD'nin Teksas eyaletinin meşhur şehri Dallas'ta gerçekleşmiş. Polis memuru, Ernestina Mondragon isimli latin amerika kökenli bir bayanı kuraldışı bir U dönüşü yapmak suçundan durduruyor.Ancak polis , kenara çektiği bayana bu kural dışı hareketinden dolayı değil de "ingilizce konuşamadığı" için ceza kesiyor. Eline tutuşturduğu ceza kağıdında da aynen böyle yazıyor. Ceza nedeni : "ingilizce konuşmayan sürücü" :)
Olay çok enteresan geldi bana . Hani nerede özgürlükler ülkesi Amerika, hani daha geçen latin gecesinde ispanyolca şarkı eşliğinde dans eden Obama dedirtti. Şimdi Amerika Los Angeles ve New York'tan ibaret değildir diyenler de olacaktır. Bu gibi yerlerde İngiliz aksanıyla yani yine ingilizce konuşanlarla dalga geçen Amerikalılar olduğunu da biliyoruz.
Olay her ne kadar gülünç geliyor olsa da bir o kadar da düşündürücü.Yani trajikomik. Yapılan röportajda sürücü bayan " memurun ingilizce biliyor musun sorusuna. sadece biraz, anlıyabiliyorum." dediğini belirtiyor ve "o an çok kötü , aşağılanmış" hissettiğini söylüyor.
Şunu da belirtmek gerek ki olayın geçtiği bölgenin yarısına yakını latin amerikalılardan oluşuyor ve yine onların da yarıya yakını ispanyolca konuşuyor ve ingilizceleri de pek iyi değil.
Ülkemizde ne zaman özgürlükler sorunu manşet olsa ilk olarak Magna Carta'yı örnek veririm ve vermeye de devam edeceğim. Adamlar ta 1215 yılında krala bak kralım biz de vergi veriyoruz senin adına savaşa gidiyoruz iki kelime söz söylemeye hakkımız olsun demişler ve almışlar. Bir de her zaman özgür olduğundan bahsedilen o bir arada yaşamayı bilmiş birleşmiş millet olmuş "hoşgörülü" Amerika'yı katardım örneklerime. Demek biz o kadar da kötü durumda değilmişiz.
Olsun, yine de kötü örnek örnek değildir!
Haber kaynağı ablamıza "gracias" polise de "thanks man" demeyi bir borç bilirim...

-------------------------------------------------------------------------------------
© Haber kaynak , foto : www.myfoxhouston.com
Konu dışı ilk fotoğraf : www.how-to-learn-languages.netTwitterTwitter'da paylaş

17 Ekim 2009 Cumartesi

Yazar Odaları

Guardian gazetesinde 2007'den bugüne dek yayımlanan ilgi çekici bir bölüm var. Bölümün konusu yazarların odası. Dünyaca ünlü yazarların o çok bilinen eserlerini yazdıkları odalarını,masalarını bizlere sunuyor. Böylelikle geçmiş ve günümüz yazarlarının karakterlerinden tutun da eserlerini hangi ruh haliyle kaleme almış olabileceklerini öğrenmiş oluyoruz. Bunlardan dikkatimi çekenleri sizlerle paylaşmak isterim.
Jane Austen
En göze çarpanlardan biri Jane Austen'a ait. Yazarın Pride and Prejudice ve Emma gibi eserlerini üzerinde kaleme aldığı küçük üç ayaklı masası o anlattığı zerafet hikayelerinin kaynağına etki edebilir hissi veriyor. Kalabalık bir aileden gelen ve kendine ait bir odasının olmamasının sıkıntısını çeken Austen'in misafirler geldiğinde yazdıklarını apar topar kaldırıp bavullara sıkıştırdığını dahi biliyoruz. Guardian gazetesi bu oniki kenarlı zarif masa için dehanın tevazusunu yansıtıyor tanımını yapmış.

Charlotte Bronte
İşte yetenekli bir o kadar da problemli Bronte kız kardeşlerin odası. Charlotte, Emily ve Anne Bronte eserlerini bu odada yazıp üzerine uzun uzun konuşurlarmış. Jane Eyre ve Uğultulu Tepelerin bu melankoli dolu odada nasıl bir hayal gücüyle yazıldığını anlamaya çalışıyorum. Bu arada Emily'nin bu odada öldüğü de söyleniyor.

Virginia Woolf
Woolf'un eşi Leonard Woolf'a 18 Mart 1941 tarihinde aşağıdaki intihar mektubunu bıraktığı oda.
"Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum.Bu sefer o korkunç anlardan kurtulamayacağım .Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım.Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mutluluğu verdin.Benim için her şey oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı.Hayatını mahvettiğimin farkındayım,ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya, bunu düzgün yazmayı bile beceremiyorum.Söylemek istediğim şey şu ki, yaşadığım tüm mutluluğu sana borçluyum. Bana karşı daima sabırlı ve çok iyiydin. Demek istediğim, bunları herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun.Artık benim için her şey bitti.Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum."

Rudyard Kipling
Kipling'in odasını beğendim...

George Bernard Shaw
Shaw'un odasını biraz garipsedim. Fikir adamının o bütün eserleri bütün düşünceleri bu odada hayat bulmuş demek.

-------------------------------------------------------------------------------------
© Fotoğraflar kaynak : http://www.guardian.co.uk/booksTwitterTwitter'da paylaş

12 Ekim 2009 Pazartesi

Geçmiş Umrumda Değil Dedirten Edith Piaf Şarkısı


Bir zamanlar Fransasının en sevilen en büyük sesi Edith Piaf dinliyorum. Son zamanlarda aslında olmayan Fransızcamla ağza yapışan o dizeleri tekrarlıyorum farkında olmadan. Farkına vardığım zamanlar ise bağıra bağıra söyleyesim geliyor...

Şarkının adı Non, je ne regrette rien (Hayır,hiçbir şeyden pişman değilim). Edith Piaf'ın harika sesinden defalarca dinlemek istediğim bu şarkının bu sayfalarla çok ortak yanı var aslında. Dalgaların kıyıları şekillendirmesi gibi insanın yaşadıklarının da insanı iyi-kötü şekillendirdiği metaforuyla bu ismi vermiştim bu sayfalara...Edith Piaf da hayal kırıklıkları ile dolu hayatını haykırıyor bu şarkıda...

Besteci Charles Dumont ve söz yazarı Michel Vaucaire şarkıyı dinletmek için Edith Piaf'a gelirler. Gönülsüzce kabul eden Piaf şarkıyı duyduktan sonra "hayranlık verici, bu benim , bu benim hayatım , beni anlatıyor" sözleriyle kabul eder. Şarkı aslında herkesi anlatır onun için de şarkıcıyı kendisi yapan şarkılardan kabul edilir.

Sözlerin Fransızca Orijinali :
Non! Rien de rien ...
Non! Je ne regrette rien
Ni le bien qu'on m'a fait
Ni le mal tout ça m'est bien égal!

Non! Rien de rien ...
Non! Je ne regrette rien
C'est payé, balayé, oublié
Je me fous du passé!

Avec mes souvenirs
J'ai allumé le feu
Mes chagrins, mes plaisirs
Je n'ai plus besoin d'eux!

Balayés les amours
Avec leurs trémolos
Balayés pour toujours
Je repars à zéro ...

Non! Rien de rien ...
Non! Je ne regrette rien
Ni le bien, qu'on m'a fait
Ni le mal, tout ça m'est bien égal!

Non! Rien de rien ...
Non! Je ne regrette rien
Car ma vie, car mes joies
Aujourd'hui, ça commence avec toi!

Türkçe çevirisi:
Hayır, hiçbir şeyden,
Hayır, hiçbir şeyden pişman değilim.
Benim için yapılan iyilikten de
Kötülükten de , benim için ikisi de aynı.

Hayır, hiçbir şeyden,
Hayır, hiçbir şeyden pişman değilim.
Ödendi, süpürüldü, unutuldu.
Geçmiş umrumda değil !

Hatıralarımla ateşi yaktım.
Kederlerime,zevklerime artık ihtiyacım yok
Aşklarımı süpürün ve tüm heyecanlarını
Sonsuza dek süpürün,sıfırdan başlıyorum.

Hayır, hiçbir şeyden,
Hayır, hiçbir şeyden pişman değilim.
Benim için yapılan iyilikten de
Kötülükten de , benim için ikisi de aynı.

Hayır, hiçbir şeyden,
Hayır, hiçbir şeyden pişman değilim.
Çünkü yaşamım, çünkü zevklerim.
Seninle bugün başlıyor.

Bir şeyi ne kadar çok kaybedersen o kadar çok istersin.:) Bir şarkı bile bazen insanın hayata karşı duruşunu etkileyebiliyorsa, onu güçlü kılabiliyorsa buyrun o halde !

-------------------------------------------------------------------------------------
© Fotoğraf wikipedia.org sitesinden alınmıştır.
Kaynağı www.britannica.com/EBchecked/topic-art/459089/37163/Edith-Piaf-1948TwitterTwitter'da paylaş

7 Ekim 2009 Çarşamba

Ensemble,C'est Tout - Bir Aradayız Hepsi Bu


Filmin Orijinal Adı : Ensemble,C'est Tout
Türkçesi : Bir Aradayız Hepsi Bu
Türü : Romantik , Dram
Yönetmen : Claude Berri
Oyuncular : Audrey Tautou, Guillaume Canet , Laurent Stocker

Bir Audrey Tautou gülüşü her sorunu çözer diye oturdum başına ve izlemeye koyuldum tekrar.Umutsuzluğu, her istediğimizi her zaman elde edemeyeceğizi bir tarafa bıraktım! Eğer hayata biraz bardağın dolu tarafından bakmak istiyorsanız içinizi en azından biraz olsun iyimserlikle doldurabilecek bir film.



Filmin konusu genel olarak şu : Genç bir temizlikçi kadın olan Camille'in yolu birgün komşu olduğu Philibert ile kesişir. Beraber evde piknik yaparlar Philibert değerli porselenlerini getirir ancak Camille'in evinde oturabilecekleri mobilyaları dahi yoktur. Bize değişik karakterlerin sunulduğu bu filmde daha sonra Camille Philibert ile aynı evi paylaşan Franckla da tanışır. Böylelikle zıt karakterler yalnızlıklarını paylaşarak kendilerini gerçekleştirme yolunu seçerler.

Birbirlerini tanımaya,bir arada yaşamayı öğrenmeye ve birbirlerini sevmeye çalışırlar.


Fransız filmlerinin romantik filmine dram öğeleri katıp bize sunması alışkanlığı bu filmde de kendini yoğun bir şekilde hissettiriyor. Sunulan değişik karakterlerin beraber olup renksiz hayatlarını renklendirmesi gayet ilginç bir konu oluşturmuş. İnsanın içindeki duyguların hayata nasıl yön vereceğini kanıtlıyor adeta. Film sonunda havaya girip haydi şimdi yeni arkadaşlarla tanışıp hayatı değiştirmenin zamanı diye havaya girmiyor değil insan.:)

İşin sevindiğim tarafı Türkçe'ye çevirisi çok iyi yapılmış . Filmin orijinal ismi İngilizceye "Hunting And Gathering" olarak çevrilmiş mesela ki çok garipsedim. Sinemada izleyecek ya da DVD'sini alacak insan ekonomik bir bilgilendirme olarak dahi düşünebilir.

Ben çok beğendim.Benzer tür filmlerden hoşlananlara öneririm. Eser Anna Gavalda'ya ait. Kitabı filminden daha güzel diyorlar. Kısa zamanda okumak istiyorum.

-------------------------------------------------------------------------------------TwitterTwitter'da paylaş

4 Ekim 2009 Pazar

House MD Müzikleri - En İyi 10

House MD,birçok cazibesinin yanı sıra müzikleriyle de dikkat çekiyor. Öyle ki televizyon programlarında , dizilerinde gördüğüm en iyi müzik seçkisine sahip diyebilirim. Burada bölümleri izlerken en çok etkilendiğim ve sonra tekrar tekrar dinlediğim şarkılardan bir en iyiler listesi yapacağım. Aklıma gelen en iyi on müziği paylaşmaya çalışacak olsam da mutlaka listeye eklemediğim nice güzel şarkı olacaktır. Bunları sizler hatırlatabilirsiniz ve üzerine konuşabiliriz.
Bu arada baştan uyarayım "tüm bölümleri izlemeyenler" için istenmeyen bilgiler, görüntüler içerebilir.
Şarkı isimlerinin üstüne tıklarsanız ve youtube'u da açabiliyorsanız onları dinleyebilirsiniz. Altlarında da hangi bölümde nerede kullanıldıklarını yazıyorum. Buyrun huzurlarınızda House MD müzikleri en iyi on listem :

1.Massive Attack - Teardrop
Hep farklı Massive Attack'ın yine farklı şarkısına istisnaları saymazsak her bölümün başındaki jenerikte rastlıyoruz. İnsana jenerikte gördüğümüz görüntülerdeki gibi dinlerken yürüme hissi veriyor :) ve yaklaşık otuz saniyelik müzik hiç bitmesin istiyorum. Üzerine sayfalar yazılacak kadar güzel.
2. The Rolling Stones - You Cant Always Get What You Want
1.sezon ilk ve son bölümlerinde,3.sezonun ilk bölümünde kapanışta - Yine artık diziye mal olmuş şarkılardan biri. Öyle ki dizide bu " dilediğin her şeyi elde edemezsin felsefesi" bir bölümde House ve Cuddy arasında tartışılıyor ve dizi senaryosuna etki ettiği durumlar oluyor.Her karakterin ağzından çıkıyor neredeyse. Mick Jagger şarkısı olmasına rağmen ben Band from TV versiyonunu daha çok beğeniyorum.
3. Iron & Wine - Passing Afternoon
Dördüncü sezon finali kapanış müziği- En etkileyici bölümlerden birinin dokunaklı şarkısı olduğu için unutulmuyor.
4. A Fine Frenzy - Hope For The Hopeless
Üçüncü sezon onsekizinci bölüm kapanışı- Kullanılan bir iki A Fine Frenzy şarkısından en güzeli olan şarkı en beğendiklerimden. Ses ve sözler o kadar güzel ki .Bölüm senaryosuna da çok uymuş. Umutsuzlar için umut hep vardır.
5. Alanis Morissette - Not As We
Dördüncü sezonun üçüncü bölümü House ölümden sonraki hayatı düşünürken - Alanis Morissette duru sesinden çok güzel bir şarkı. Bunu da dinlemeye doyamıyorum.
6. Michael Penn - Walter Reed
Üçüncü sezon beşinci bölüm kapanışı - Bu şarkının türünü sevdim.
7. The Who - Baba O'Riley
Bir başka House efsanesi.:) İlk sezonun öndördüncü bölümünü izleyenler kesinlikle hatırlayacaklar doktorumuzun masa başı performansını.
8. The Commodores - Slippery When Wet
Üçüncü sezon finali - Dr. Greg House , bastonu ve bu şarkı :)
9. Windy Wagner - You Dont Have To Worry
Yine ilk sezondan onbirinci bölümden bir şarkı- Bu şarkıyı arada dinlemek lazım. "Her şey yoluna girecek."
10. Lizz Wright - I Idolize You
Dördüncü sezon altıncı bölüm kapanışı - Yine güzel ,ilk ona giremeyen diğerleri gibi güzel...

House MD Türkiye Facebook Grubumuza Beklerim !TwitterTwitter'da paylaş

30 Eylül 2009 Çarşamba

Şimdi Ayvalık'ta Olmak Vardı




Şimdi Ayvalık'ta olmak vardı. Güzel yurdumuzda belki de en çok huzur bulduğum en sevdiğim yerlerden birisi .Orada deniz başkadır, güneş farklı doğup farklı batar. Bütün yıl boyu çoğunlukla yaz aylarında hiç olmazsa birkaç gün gider hem kafamı dinler hem keyfini çıkarırım orada her şeyin. Özellikle denizin, rüzgarın ve dalganın...
Bu birkaç günlük bir ziyaret olsa da önümüzdeki aylar boyu bu birkaç günde çektiğim fotoğraflara bakıp bir dahaki yazın hayallerini kurarım. Naçizane, bu sefer fotoğraflarımı buraya ekleyerek bu keyfi sizlerle paylaşmak istiyorum.


Gün batarken denizin üstünde hiçbir yerde görmediğiniz bir renge bürünür etraf burada. Ufuk ayrı bir kızarır Ayvalık’ın üzerine çektiği kırış kırış çarşafı ise bambaşka bir renktedir. Adalar çoğu zaman pencerelerini açar ve içeri hafif , serin bir rüzgar esiverir. Etkileyici bir halin içine girersiniz. Sanki her yerde batan güneş bu gördüğümüz güneş değil gibidir.

Balıkçılar teknelerini hazırlar. Oltalar çıkar. Martılar voltaya koyulur tepenizde. Kediler nöbete başlar.


Ben bu sefer ne martı olup uçmak isterim ne de balıkçı . Kedi bile olmak istemem. Bir bankta oturup bu döngüyü seyrederim. Gün doğar gün batar. Rüzgar eser dalga çıkar...

Bu fotoğrafları nasıl çektim? Oradaki ruh halimi en iyi özetleyen kare biricik arkadaşım Mürsel'e ait.:)) Her şey açıkça ortada...


------------------------------------------------------------------------------------
(c) Fotoğraflar dalgaizlerine aittir.TwitterTwitter'da paylaş

28 Eylül 2009 Pazartesi

Alexander Pope - İnsan Üzerine

Her zaman iyi şiirin düzyazıya göre daha değerli ve içerik bakımından zengin olduğunu düşünsem de ister istemez hayatımda düzyazının yeri daha çok. Bu çelişkinin gölgesinde zaman zaman sevdiğim şairlerin şiirlerini okuyorum. Bunlardan birisi de Alexander Pope'un İnsan Üzerine kaleme aldığı şiiri.

Aşağıda Pope'un insan üzerine yazdığı bölümlerden sadece bir parça var. Şairin bundan başka bir diğer önemli eseri de eleştiriler üzerine yazdığı şiirlerdir. Burada yine o sevdiğim ve birçok ingiliz şair ve yazarda olan hicivle kötü eleştirinin kötü eserden daha katlanılmaz olduğunu söyler.

İnsan üzerine yazdığı felsefik şiirinde ise insanın kendi hakkında mantığa dayalı düşünceler üretmesi,kilisenin ve Hıristiyanlığın özünün sorgulanması ve insanın bütün bir hayat zincirinde dünyadaki yeri gibi konular yer bulur.

EPISTLE II (İnsan üzerine)

Sen seni bil, bırak Tanrı'yı incelemeyi
Kendindir kendinin asıl bileceği
Sen ki durursun çift yanı deniz bir karada
Aklı karanlık cüssesi kaba
Çokça bilgili şüpheden yana eşi yok
Almamış ama sabırdan hissesini
Sallanır durur orta yerde şaşkın gitmekte ya da kalmakta
Tanrı mı yoksa bir canavar mı olduğunu sanmakta
Şaşkındır şaşkın bedeni mi aklı mı var seçmekte
Ölmek için doğmuş kullanır aklını sadece günah işlemekte
Ne farkı var sanki birbirinden cahilliği de mantığı da
Ya çok az düşünür ya da çok fazla
Kördüğüm olmuş birbirine düşünce ve tutkunun hayali
Söver kendi kendine över kendi kendine
Yaratılmıştır yarı yükselmek yarı düşmek için
Her şeyin büyük efendisi fakat her şeye bir yem
Kendisidir ancak yargılayabilir gerçeği
Kendisidir sonsuz hatalar içinde
Şanı , şakası ve bilmecesidir dünyanın
Git üstün yaratık ilmin ışığına çık
Toprağı ölç havayı tart ve ceziri incele
Gezegenlere hangi yörünglerde döneceklerini öğret
Zamanı yeniden ayarla güneşi düzene koy
Eflatunla birlikte gökteki yıldızlara ulaş
İlk güzele git ,ilk bütüne ve ilk doğruya git
Ya onu izleyenlerin izlerinden yürü
Ya da mantığı bırak pervane gibi dönen doğulu papazların yaptığını yap
Ve çevir kafalarını güneşi takip etmeleri için
Git ölümsüz akla yönetmeyi öğret
Sonra kendine dön ve aptallığını kabullen.

Şiirin orjinal metni :

EPISTLE II
OF THE NATURE AND STATE OF MAN WITH RESPECT
TO HIMSELF, AS AN INDIVIDUAL
Know then thyself, presume not God to scan,
The proper study of mankind is man.
Plac'd on this isthmus of a middle state,
A being darkly wise, and rudely great:
With too much knowledge for the sceptic side,
With too much weakness for the Stoic's pride,
He hangs between; in doubt to act, or rest;
In doubt to deem himself a God, or beast;
In doubt his mind or body to prefer;
Born but to die, and reas'ning but to err;
Alike in ignorance, his reason such,
Whether he thinks too little or too much:
Chaos of thought and passion, all confus'd;
Still by himself abus'd or disabus'd;
Created half to rise, and half to fall;
Great lord of all things, yet a prey to all;
Sole judge of truth, in endless error hurl'd:
The glory, jest, and riddle of the world!
Go, wondrous creature! mount where science guides,
Go, measure earth, weigh air, and state the tides;
Instruct the planets in what orbs to run,
Correct old time, and regulate the sun;
Go, soar with Plato to th' empyreal sphere,
To the first good, first perfect, and first fair;
Or tread the mazy round his follow'rs trod
And quitting sense call imitating God;
As eastern priests in giddy circles run,
And turn their heads to imitate the sun.
Go, teach eternal wisdom how to rule-
Then drop into thyself, and be a fool!

Eserin en beğendiğim yönü kendisini her şeyin merkezine koyan insanın asıl halini yüzüne vurması. Bunları anlatırken öyle güzel kelimeler seçmiş ki ! Dördüncü dizedeki "darkly wise(aklı karanlık)"sözü ne kadar da insanı anlatıyor. Bir de bu kesilmiş bölümün finalini seviyorum. Her şeyi yapan insana aptallığına kabullen ,aptal özüne dön demek bir çok soruya açıklama getiriyor.

-------------------------------------------------------------------------------------
© Fotoğraf wikipedia.org sitesinden alıntıdır.Orjinal tablo Michael Dahl'a ait olup Londra National Portrait Gallery'de sergilenmektedir.TwitterTwitter'da paylaş

24 Eylül 2009 Perşembe

House ve Holmes

Çılgın doktor döndü.

Geçenlerde izlediğim eşsiz altıncı sezon prömiyerinden sonra şüphesiz hayranı olduğum televizyon dizisi olan House MD konusunda bir şeyler yazmam gerektiğini düşündüm. Dizinin en sevdiğim yanlarından olan izleyeni felsefik düşüncelere yönlendirmesi durumu yeni sezon prömiyeri ile birlikte hayat-ölüm, doğruluk-ikiyüzlülük eksenine akıllılık-delilik, mutluluk-mutsuzluk çatışmalarının da eklenmesiyle adeta tadından yenmez bir hal aldı. Başta Dr.House olmak üzere karakterler yine çok kuvvetliydi. Neredeyse herbirini çözümlemek bir o kadar kolay yine bir o kadar zordu.Eserin metin yazarlarının House'dan da zeki olduğuna şüphem yok. Diziyi hala izlemeyenlere izlemelerini öneririm. İlk sezon Dvd'leri ülkemizde şu anda satışta.

House MD yaratıcısı David Shore'dan bahsetmişken kendisinin internette bir röportajını okudum. Yazıya göre bazı bölümlerde House karakterinin oluşumunda Sherlock Holmes'tan etkilendiğini söylüyor.

Sir Arthur Conan Doyle tarafından oluşturulan bir hayali dedektif kahramanla David Shore'un televizyonla hayata koyduğu doktor Gregory House arasında ne gibi benzerlikler olabilir? Biraz derine inelim :

* Sherlock Holmes bir bakışta bir kişi hakkında çıkarımlarda bulunabiliyor. House da benzer bir şekilde ilk bakışta bir hastaya teşhis koyabiliyor ve kişiliği hakkında çıkarımlar yapabiliyor.
* Dedektifimiz bir kokain bağımlısıylen doktorumuz Vicodin bağımlısı.
* Birisi ölümcül suçlar diğeri de ölümcül virüs ve mikroplarla savaşıyor.
* Belki de aralarındaki en bariz benzerliklerden birisi de bu mücadeleler sırasında kullandıkları metod. Elimizdeki imkansızları elediğimizde bize kalan mümkün görünmeyen aslında doğru sonuç olabilir metoduyla ikisi de tümdengelimi kullanıyor.
* Her ikisi de çevresindekilere soyismiyle hitap ediyor.Holmes'un en iyi olası arkadaşı Dr.Watson House'unki ise Dr. Wilson.
* 5.sezon 11.(Joy to the World)bölümde Wilson Irene Adler adlı kişiden House'un tek gerçek aşkı diye bahsediyor. Aslına bakılırsa Irene Adler bir Sherlock Holmes kısa öyküsü olan Bohemya'da Skandal'ın bir kahramanı ve Dr. Watson tarafından Holmes'un tek aşkı olduğu söyleniyor.
* House'un evinin numarası olan 221B aynı zamanda Sherlock Holmes'un Baker sokağındaki adrestir.
* Her ikisi de müziğe tutkun. Holmes keman House ise piyano çalıyor.
* Her ikisi de iş üstünde olmadıkları zaman isteksiz ve tembeller.

Kuşkusuz iki karakter arasında açık benzerlikler var. İsimleri de birbirine oldukça yakın değil mi House - Holmes ?


Hala altıncı sezonun ilk bölümünün etkisindeyim. Oradan bir bölümle noktayı koymak istiyorum. House ve akıl hastanesine bir hastanın ziyaretçisi olarak gelen Lydia arasındaki konuşmalar gerçekten iyi yazılmış. Lydia ila pek de insanlara güvenmeyen House arasında şaşırdığım bir yakınlaşma oldu. Sonuç aslında hüsran ama House ruhsal bir kazanımla çıktı. Artık değişti mi değişmedi mi göreceğiz.

Bu ikisinin arasındaki diyaloglardan:
House:Aramızdakinin ne olduğunu bilmem gerekiyor.
Lydia:Söyledim, mutlu olan iki insan.
House:Bunun iki muhtemel sonucu var.Biter, biri acı çeker veya bitmez,yine biri acı çeker. (Vay be! )
Lydia: Yani son kötü ! Başlangıcın da böyle olması gerekmiyor. Hayatın tadını çıkaramayacağımız anlamına gelmez hayat kötü çünkü. ( Klasik anı yaşa mantığı )
Bunun üzerine House : Good-bye Lydia. !

Antiparantez Amerikan TV. kanallarını protesto edeyim.:) Yarım saate bir konan hamburger, tavuk vs. fastfood reklamları çılgınlığa dönmüş durumda...

-------------------------------------------------------------------------------------
© Kaynak : röportaj http://www.zap2it.com/tv/
ilk fotoğraf www.hughlaurie.net ikinci fotoğraf HouseMD 6.sezon 1.bölümTwitterTwitter'da paylaş

20 Eylül 2009 Pazar

İyi Bayramlar


Ramazan Bayramınız Kutlu Olsun !

Şeker gibi bir bayram geçirmenizi dilerim. :)


---------------------------------------------------------------------------------------
© Fotoğraf dalgaizlerine aittir.TwitterTwitter'da paylaş

13 Eylül 2009 Pazar

Ay çöreği ve Türkler, Marie Antoinette ve hamur işi


Ay çöreği...Ramazan ayında her yenen şeyin burna güzel kokmasına benzer nedenden midir bilmem ay çöreği hakkında yazmak istiyorum. Birçoğumuzun pastaneden almış olduğu ya da evde yapıp çayın yanında yediği bildik çöreklerden bahsedeceğim.

Dediğim gibi hemen hepimiz bu çöreklerden yemişizdir ancak bu çöreklerin tarihini, nereden geldiğini pek azımız bilir. Çayın yanında yediğimiz basit bir çörek olmasına karşın nereden geldiği hususunda bir çok yemek söylencesi karşımıza çıkıyor.


Fransızların croissant, bazılarımızın da onlardan alıp kruvasan dediği bu çörek türü kelime anlamı olarak yarım ay yani hilâl demektir. İngilizler de aynı çöreğe aynı anlamlı crescent roll derlermiş.

Efsanelerden belki de en güçlüsü Osmanlı ordusunun 1683 tarihinde Viyana'yı ikinci kuşatmasına dayanıyor.Bu zorlu kuşatmadan kurtulan Viyanalıların Türk bayrağına gönderme yaparak bu çöreği yaptıkları ve dağıtarak kutlamalarda bulundukları söylenir. Hatta aynı döneme ait bir fırıncının gece ekmek yaparken Osmanlı lağımcılarının açtığı kuyulardan sesler duyması üzerinde kaleye haber vermesi sonucu ortaya çıktığı ve bun üzerine yapılan ay çöreğini yerken de tabiri caizse fırıncı Türkleri böyle yedi türünden abartılar da yapılmaktadır. Yani o fırıncı sabah fırına erken gitmeseydi Viyana alınır mıydı?

Yine aynı hilâl ayına gönderme yaparak bu çöreğin tarihini Emevi Araplara ya da yine Osmanlı'nın Budapeşte'nin Budin'ini almasına dayandıranlar var. Bir başka fikir de halkın Nuh diyen peygamer demeyen inadıyla meşhur Fransız kraliçesi Marie Antoinette'ten kurtulması sonucu böyle bir çörekli kutlamaya başvurduğunu söylüyor.Tabi ki bunların hepsi varsayım. Bu kendisinden kurtulunan ya da Türklerden kurtulmak büyük bir olay deyip ay çöreğini bugünlere ulaştırdığı düşünülen kraliçeyi aslında çok ünlü bir sözünden tanıyoruz: "Ekmek yoksa pasta yesinler."


Kraliçe'nin söylediği bu sözün Fransızca aslı "Qu'ils mangent de la brioche" imiş. Bildiğimiz gibi danışmanları halk aç diye bu her türlü hamur işinden çıkan kadına gelmişler ve bu cevabı almışlar. Kraliçe pasta yesinler demiş ama bu "la brioche" bizim bildiğimiz pastadan biraz farklı diyebiliriz. Biraz daha yağlanmış yumurtalanmış kek gibi düşünelim. Pek fazla Fransız tarihine girmek istememekle beraber bu sözün giyotinle öldürülen ve pek de sevilmeyen kraliçe ağzından çıkmış gibi uydurulan bir propaganda sözü olduğunu düşünüyorum ben.

İşin garip tarafı ise iki çörek hikayesinin de altından aynı Marie Antoinette'in çıkması.

Ay çöreği konusunda,ister Cervantes'in kolunu İnebahtı'da biz kesmişiz ve Cezayir'de esir tutmuşuz. O Don Kişotu öyle yazmış. İspanyollar bütün kültürünü bize borçlu hissindeki gibi kabullenin kendinize mal edin isterseniz de ne de çabuk unuttular Mohaç'ı , Zigetvar'ı diye hücum marşı çalıp Viyana'ya yürüyün. :)

Boşverelim en iyisi bunları ben çok severim ay çöreğini size de afiyet olsun.

-------------------------------------------------------------------------------------
© Fotoğraflar www.wikipedia.org sitesinden alınmıştır.TwitterTwitter'da paylaş

12 Eylül 2009 Cumartesi

Pirin Mağaraları (Perre Antik Kenti)-Adıyaman


Keşfedilmeyi bekleyen bir değer , büyülü bir antik şehirdeydim. Geçmişten günümüze yansımaya başlayan bir başka sanat eserinde.

Geçenlerde ismini çok duymama rağmen bir türlü ziyaretine gidemediğim bir tarihi hazineyle yüzleşmenin sevincini yaşadım. Etraf çevrede daha çok Pirin Mağaraları adıyla bilinen Perre Antik kentini ziyaretim biraz da hoş bir tesadüfün eseriydi diyebilirim.

Şehir merkezine uzak bir yerde diye düşünüyordum ilk önce . Yanılmışım. Adıyaman’ın hemen dibinde olan antik hazineye ulaşım şehir minibüsleriyle sağlanıyor. Kolej’e giden minibüslere binip bu heyecanı keşfetmek bu kadar kolay. Yanıldığım bir diğer noktada bu şehir hakkında pek bilgi sahibi olmamamdan kaynaklanıyor. Ben alelade üç beş mağara beklerken karşımda görsel bir şölen, tarihi bir hazine, bulunan ve bulunmayı bekleyen bir şehir buldum.


Adıyaman’da hükum süren Kommagene Krallığının beş büyük kentinden birisi olan Perre Antik Kenti hakkında ülkemiz insanlarının ve dünyanın pek haberdar olduğu söylenemez. 2000’li yıllarda başlayan kazı çalışmalarının hala devam ettiği bir zamanda keşfettim burayı ve önümüzdeki yıllarda yeni eserlerin gün yüzüne çıkacağından eminim.


Karşıma çıkan ve beni heyecanlandıran manzarayı paylaşmam gerekirse burada altında koca bir şehir yatan bir tepe var. Eski şehir topraktan temizlenmeyi bekliyor. Bunu tepe boyunca devam eden ve yüzeyde kendini gösteren kayalardan kolayca anlayabiliyoruz. Tepenin değişik yönlerdeki yamaçlarında aşınma sonucu meydana çıkmış şehirler bu heyecan verici fikri tetikliyor. Yine tepenin değişik bölümlerinde aşınma sonucu kendini yeryüzüne gösteren kapılar merdivenleri görebilirsiniz. Günümüzde nitelikli aletler tarafından yerin altında neler olduğu belirlenebiliyor. Burası için böyle bir çalışma yapıldı mı bilmiyorum. Düşünün koca bir dağ altında büyük bir antik şehir…




Ayaklarınızın altında bir büyük şehir...Ayaklarınızın altında yaşanmışlıklar, hatıralar...


Perre Antik Kenti Kazı çalışmaları birçok eser gibi izin ve kaynak bekliyor. Hayalkırıklığı yaratan bir diğer nokta da tarihi yörede ziyaretçiler için herhangi bir tabela ya da bilgi verici bir yazı olmaması. Eğer bu bakımsız anlayış devam ederse mağaralar madde bağımlılarına kalmaya aday.


Kaya mezarları, evler ve yapıların bulunduğu Pirin mağaraları giderek kazanacağı ilgiyle bana göre dünyanın yeni harikaları arasına girmeye aday bir yer. Eğer Adıyaman’a yolunuz düşerse uğramadan gitmemenizi öneririm.



-------------------------------------------------------------------------------------
© Fotoğraflar dalgaizlerine aittir.TwitterTwitter'da paylaş
Blog Widget by LinkWithin