Recent Posts

18 Ekim 2011 Salı

Paris'te Gece Yarısı ve Devamlı Geçmişte Olma Arzusu

Filmin Orijinal Adı : Midnight in Paris
Çekim Tarihi : 2010
Türü : Romantik Komedi
Yazan , Yöneten : Woody Allen
Oyuncular : (Hangi birini saymalı?) Owen Wilson , Rachel McAdams , Michael Sheen , Marion Cotillard , Corey Stoll

Gil ve Inez anne ve babalarının bir iş seyahatine takılarak Paris'e giderler. Gil ilk romanını yazma üzerine kafa yoran bir Hollywood yazarıdır. Paris'in büyüsüne kapılır ve şehirle arasında yazarlarda rastlanacak türden bir bağ oluşur. Inez ise bu duygusal bağı Gil ile paylaşmak niyetinde değildir. Aslına bakılırsa bu kavramlardan oldukça uzak görünmektedir. Gil , altın çağ olarak gördüğü 1920lerin Parisini düşlemektedir . İlhamını bu nostalji tutkusuyla aramaktadır. Inez'in arkadaşlarıyla dansa gittiği bir gece Gil Paris'in sokaklarında yürüyüşe çıkar ve bu yürüyüş onu Paris'in geçmişi aracılığıyla onun kendi geleceğine götürecektir.

Woody Allen yine yapmış ve benim bildiğim Manhattan ve Barcelona'dan sonra bu sefer de Paris'e el atmış. Film sahne sahne Paris dolu ! Biz ülke tanıtımına büyük paralar akıtıp reklamlar hazırlayalım elin adamı sadece bir filmle bu etkinin katbekat fazlasını elde ediyor. Şöyle kesenin ağzı açılsa al Woody bu para bu İstanbul dense...(?) İyi ya da kötü , beğenelim ya da beğenmeyelim Woody Allen bu filme de imzasını atmış. Bir şekilde film ona ait olduğunu hissettiriyor.

Bana göre eksilerinden başlarsak filmin ana karakteri Gil'i Owen Wilson'ın yerine başka biri de oynayabilirdi. Amerikalı turist rolü tamam da duygu yüklü başarılı bir yazar kısmında eksik gördüm. Özellikle eski yazarlarla karşılaştığı anlar oldukça silik. Bilmiyorum. Öte yandan filmde Michael Sheen ve Marion Cotillard gibi çok beğendiğim ve başarılı bulduğum oyuncular da var. Yine çok iyiler...
Filmin en güzel taraflarından biri öyküsü. İzleyeni geçmişe ve geçmişin de ötesinde o dönem yazarları ,ressamları, yönetmenleriyle tanıştırıyor. Ana karakterin zaman yolculuğunda karşılaştığı bu kişiler arasında kimler yok ki ? Ernest Hemingway , Picasso , Dali , Scott Fitzgerald , Buñuel , T.S Eliot bazıları. Filmde hepsine dair az ya da çok detaydan onların kendilerinden sonraki zamana kadar varlığını sürdüren eserlerinden onların oluşum öyküsünden bahsedilmiş ki film sırf bu nedenden izlemeye değer.

Özellikle A Moveable Feast kitabında anlattıklarıyla Paris hakkında düşüncelerini belirten Ernest Hemingway'in filmdeki bulunuşunu etkileyici buldum. Yazılarını etkileyen o bulunduğu savaşlar kişiliğine de yansımış bir Hemingway. Stili ve yazmak konusunda çok şey anlatıyor filmde. Her yerde Hemingway çıkıyor karşıma ve bu sene karar verdim okumadığım kitabı kalmayacak. Dali ve Buñuel'i ayrı severim ve onları da gördüğüme sevindim filmde. Dali Dali gibiydi de sanki Buñuel pek olmamış. Özellikle Gil'in El Angel Exterminador filminin fikrini verdiği anda Buñuel soru sormak yerine bu harika bir fikir cevabını verirdi diye düşünüyorum. Yine de o sahneyi sevdim Gil bu zamanda yolculuk hikayesini ancak bu sürrealistlere anlattığında böyle komik olurdu.
Filmin ana karakteri Gil "altın çağ" olarak nitelediği 1920'lere özlem duyuyor. O zamanki yaşamın daha güzel olacağını düşünüyor. Tam da duygusal ve nostaljik bir insandan bekleneceği üzere şimdilerden umduğunu bulamadığı için geçmişe bir övgü içinde devamlı. İronik olarak geçmiş zamanda rastladığı kişiler de Rönesansı düşlüyor.(!) Filmin işlemeyi üzerine vazife ettiği bu fikri çok sevdim. Belki ben de bunlardan biriyim. Aslında günümüz modern zamanlarında bu hisse kapılan birçok insan var. Umduğunu bulamadığında mekanları ve zamanları suçlayan insanlar. Ya şurada olsaydım her şey daha güzel olurdu ya da şu zamanda yaşasaydım daha mutlu olurdum diyerek suçu zaman ve mekanlara atıyoruz. Belki de onun için tatillerde aile ve arkadaşlarla zaman geçirmek yerine daha çok geziyor, belki de bu yüzden evlerimizi eski eşyalarla dolduruyoruz. Bir şeyi kabullenmek gerekir aslında o da : İnsan kendinden öte kaçamıyor nereye hangi zamana giderse gitsin. Filmin kahramanı bunu öğrenmek için zamanda güzel ufak bir yolculuğa çıkmak zorunda kaldı ve mutluluğu, tatmini ancak bu şekilde buldu. Belki bize yalnızca filmi izlemek yetecektir...

Son bir not filmde sürekli çalan bir şarkı var çok sevdim :



İyi seyirler !TwitterTwitter'da paylaş

4 Ekim 2011 Salı

Bu havalar ve bizler

Sonbaharın kendini iyiden iyiye hissettirdiği bu günlerde havaların sağı solu belli olmuyor.Bir gün kapalı diğer bir gün açık...Gün içindeki ısı değişmeleri kendini ciddi bir şekilde hissettiriyor. Sabah ve akşamları güneş etkisini yitirdiğinde üşürken öğle vakti güneş altında yanmak kaçınılmaz oldu. Vücudumuzu şaşkına çeviren devamlı farklılaşan bu durumlar hastalıklara da davetiye çıkarıyor. Uzak olsun !

Her mevsimin ayrı bir tadı o tadı yaşamanın da ayrı güzellikleri vardır kuşkusuz.Baharlar söz konusu ise ben iki baharın da kış ve yaz ayları arasında bir barış sağlayıcı olduğunu düşünürüm. Kışın ve yazın farklı manada şiddetlerini yumuşatırlar.İlkbaharın şehirlerde nasıl geçtiğini pek anlamıyor olsam da kışın ardından yeniden diriliştir ilkbahar. Sonbahar kahverengidir diye severim. Hemingway Paris Bir Şenliktir adlı kitabında keskin soğukların baharı öldürmesini , nedensiz bir insanın ölümü kadar kederli bulduğunu yazmış. Sonbahar yazla kışın arasına girerek biraz da bu katı ölüme biraz olsun yumuşaklık bir neden katıyor. Biraz da ondan severim sonbaharı.

Kapalı havalar ve güneşli havalar arasında insan psikolojisi ne kadar ayrım gösterir değil mi ? Dışarda aydınlık bir gün bizi beklerken insan hayat dolar . Öte yandan kapalı hava kasvet ,keder ve iç sıkıntısıdır.

Hava değişimleri insan psikolojisini etkilediği kadar edebiyat dünyasını da etkilemiştir. İnsana iyi gelmesi yazına da sirayet etmiştir .İngiliz edebiyat tarihinden güzel bir örnek verecek olursak Britanya adasının kara bulutları altında yaşayan Anglo Saksonların kara dalgalar girdaplar üzerine yazdıkları Fransa'nın kuzeyinde daha ziyade Akdeniz havası getiren Norman İstilası ile birlikte tam anlamıyla yumuşamış "gün" yüzü görmüştür. Doğaya ve hayata bakışta karamsarlığın yerini ışık ve neşe almıştır. Mina Urgan'ın İngiliz Edebiyatı Tarihi eserinden bu bulutlar altındaki adanın kötümser,soğuk dönem edebiyatından bir şiirle örnek vermek isterim :

Kimsesiz adam uyanır o zaman,
Gözünün önünde bomboş dalgalar görür ancak,
Ve kanatlarını yayarak sulara dalan deniz kuşları,
Karla karışık yağmur,doluyla karışık kar görür.
Yüreğin yaraları daha da ağırlaşır o zaman.

Yukarıdaki ve benzeri kötü havaların getirdiği hayatın boş olduğu fikrini barındıran yazılar bir başka yerde tabiri caizse çiçek böcek ve kelebeklerin güneş altındaki renklerinin ne kadar hayat dolu olduğunu anlatıyor da olabilir.

Blaise Cendrars'ın Avrupa'dan Güney Amerika'ya yaptığı deniz yolculuğu üzerine şiirler barındıran Yolculuk Notları kitabında da konuyla ilgili hoş detaylar göze çarpıyor. Aşağı yukarı kitabın ortalarına kadar olan şiirler ile Ekvatoru aşağı indikten sonra yazdıkları arasında açık bir fark göze çarpıyor. Ekvatoru geride bıraktıktan sonra ısınan havanın üzerindeki etksini yazar şöyle aktarıyor :

Çizgiye kadar kıştı
Şimdi yaz
Üst güverteye bir havuz kurdurttu kaptan
Dalıyorum yüzüyorum sırtüstü yatıyorum
Artık yazmıyorum
Yaşamak ne güzel

-------------------------------------------------------------------------------------
© İlk fotoğraf dalga izlerine aittir. İkinci fotoğraf Blaise Cendrars - Yolculuk Notları kitap kapağı - Philipp_GTwitterTwitter'da paylaş
Blog Widget by LinkWithin