Recent Posts

30 Aralık 2011 Cuma

Güneş De Doğar

Ernest Hemingway okumaların ciddi anlamda tat vermeye başladı. Yazarın ilk romanı -her ne kadar ben sırayı karıştırsam da- Güneş De Doğar daha önce okuduğum Hemingway romanlarına benzemiyor. Daha çok günümüz bloglarındaki havaya sahip ya da ben son zamanlarda bu bloglarla içli dışlı olduğum için bu tür bir hava sezmiş olabilirim. Paris kafelerinde başlayan ve İspanya'da devam eden romanın zaman zaman gezginler için bir gezi planı kimliğine büründüğünü söylemek hiç de yanlış olmaz.Giriş olarak dediğim gibi Hemingway'in kitapta bahsettiği şekliyle "günleri şaşırdığı zamanlarda" kaleme aldığı bir gezi blogu gibiydi ilk bakışta bu roman benim için.

Ernest Hemingway'in ilk başta "Fiesta" başlığını uygun gördüğü ve iki ay gibi bir sürede yazdığı roman ilk olarak Paris'te başlıyor, sonra Pirene dağlarında doğanın içinde balık avıyla devam ediyor sonra Pamplona'da San Fermin festivaliyle olgunluğunu yaşadıktan sonra Madrid'de son buluyor. Yazım tarzı açısından bu sıralama dikkatimi çekti.Hoşuma da gitti Pirenelerde başlayan maceranın Gran Via'da son bulması. Paris'teki ilk bölüm birinci dünya savaşını arkada bırakan "kayıp nesilin" romanı oluşturan karakterlerini tanıtarak bir başlangıç yapıyor. Daha sonra kahramanımız Jake Pirene dağlarında doğayla içiçe bir av macerasına girişiyor. Bahsetmeden geçmek olmaz buradaki betimlemelere ayrıca hayran kaldım. Son olarak San Fermin festivali, sembolik olarak kullanılan boğa güreşleri ve fiestalarla olay örgüsü zirvesini buluyor.

Bu olay örgüsü içinde karakterler birbirine benzer , kurallar tanımayan günübirlik hayatlar yaşarlar. Kaybetmişlikleri ve çöküntü içinde oldukları her hallerinden bellidir. Ancak bu kayıpları yeni denemelerle ya da yeni kayıplarla telafi etmekte ısrarcıdırlar aynı zamanda. Bu ve gibi konularda savaş ve boğa güreşleri benzetmeleri bir heyecan katmasının yanı sıra sembolik olarak kitapta bol bol yer bulmuş. Ana karakterin içinde bulunduğu savaşla boğa güreşleri çoğu bakış açısıyla örtüşüyor.

Hemingway'in bu kitabındaki alkolizm adında ayrı bir başlık atmak lazım bir de. Öyle ki alkol ve şarap kitapta belki de bir "fiesta" unsuru olarak çok yer kaplıyor. Karakterler arasında sürekli bir iletişim sorunu var gibi ve bunun nedeni hem alkol hem de değil. Karakterler birçok anlamsızlığın içinde kendilerini en çok sarhoşken ele veriyorlar. Haklarında en derin bilgiyi onlar sarhoşken alıp ancak o zaman bir yargıda bulunabiliyoruz.

Karakterler arasında da enteresan ilişkiler var. Başkahraman Jake Brett'e aşık. Brett yazıldığı zaman Fransa'sında çok görüldüğü üzere birden fazla kez evlenip boşanmış bir kadın ve birçok kişinin ilgisini çekiyor. Hayalkırıklıklarıyla dolu ilişkilerle sürüp gidiyor roman. Bir boğa güreşçisi dahi giriyor işin içine. Jake bütün bu olanları garip bir şekilde sadece dışarıdan izliyor bu süreçte.

Hemingway'in romanının karakterleri aralarında kitap boyunca dikkate değer ilişkiler yaşıyor, zıt düşüyor , birbirlerini kolluyor ve birbirlerine katlanıyorlar. Acı çekiyor ve yine mutluluklarını arıyorlar tıpkı her gecenin ardından tekrar doğan güneş gibi...

Birdahaki kitap Silahlara Veda olacak sanırım.TwitterTwitter'da paylaş

21 Aralık 2011 Çarşamba

Estrella #1

TwitterTwitter'da paylaş

7 Aralık 2011 Çarşamba

Aslında futbolu sevmiyoruz

Aslında futbolu sevmiyoruz toplum olarak. Hiç sevdik mi bilmiyorum tartışılır ama son dönem yaşanan olaylar iyice ortaya çıkardı ki aslında sevdiğimiz , hoşumuza giden "futbol" değil.

Didişmeyi seviyoruz. İnsan doğasına yakın bir hareketle kamplaşmaya gidiyoruz.Futbolu ona buna "laf takmak" için var sanıyor artık yeni yetme çocuklar. Aynı stadta aynı takım taraftarları dahi maraton,kapalı,kale arkası birbirlerine küfür ediyorlar kendi içlerine ayrışıyorlar. Evet küfür etmek için , ayrışmak için seviyoruz futbolu. Aslında ben futboldan anlamam diyen , futbol topu nasıl bir şeydir sorusuna bal kabağı ile lahana gibi bir şey diye tereddütte kalanlarımız bile işin içinde kavga hır gür varsa yanaşıyorlar futbola.

Günümüzde ülkemizde futbol , futbol değil. Başka bir şov , gösteri dünyasının başka bir ürünü diyebilirsiniz ama futbol değil. Maçlar reklam için yayınlanıyor o reklamlar olmasa bir anlamı yok. Onu geçelim maçın önemi maçtan sonra çıkacak birkaç canavar yorumcunun maç hakkındaki yorumuyla anlam kazanıyor.

Emektar "gerçek" bir futbolcu ölüyor. Maç öncesi anısına saygı duruşundaki ıslıklar aslında o Socrates'e değil sevdiğimiz özlediğimiz futbola gidiyor. Maç önceleri ve sonraları otobüslere , metrolara atılan taşlar da öyle. Çıkan döner bıçakları da...

Her yozlaşan çürüyen şey gibi eğlencelerimiz de yozlaşıp çürüdü zamanla. Futbol çocukken sokaklarda teptiğimiz boş pet şişelerinin , taşların zamanında kaldı.

-------------------------------------------------------------------------------------
© Fotoğraf dalgaizlerine aittir.TwitterTwitter'da paylaş

2 Aralık 2011 Cuma

Dedemin İnsanları - "Onlar da bizim insanlarımız."

Dedemin İnsanları filmini izlemişken sıcağı sıcağına filmin üzerine birkaç cümle yazmak istedim. İlk olarak film çıkışı aman ne güzel bir dünya tüm insanlar ne güzel gibisinden farklı hisler yaşadım. Film hakkındaki görüşlerim konusunda tüyo vermek gerekirse eğer bir film çıkışında bu tür farklı duygular hissediyorsak o film bana göre olmuş filmlerdendir. Çok beğendim ve bu beğendiğim detaylar için henüz izlemeyenleri rahatsız etmemeye çalışarak ayrı ayrı parantezler açmak istiyorum.

Filmin ilk bölümünü izlerken Dido Sotiriyu'nun Benden Selam Söyle Anadolu'ya kitabından satırlar anımsadım. Nüfus mübadelesinin aslında sanıldığı gibi basit bir şey olmadığı nesillerden nesillere sosyopsikolojik etkilerinin nasıl aktarıldığını gördüm. Film tıpkı Sotiriyu'nun kitabında olduğu gibi bu göçün neden olduğu trajik bir temel üzerine oturtulmuş. Tıpkı bahsettiğim bu güzel kitabı okuduğum gibi okudum filmi de. Bu sayfalarda da çok bahsederim eğer bir film okunuyorsa ayrı bir güzeldir. Dede ,torunu ve dedenin insanlarını karakter olarak tek tek özümsemek her birini farklı pencerelere koymak mümkün. Oyunculuklar da bu çeşitliliğin zenginliğin hakkını verecek kadar başarılı bence. Bir film izlemekten çok bir kitap okur gibi hissettim. O karakterlerle oturmak , konuşmak onların masasında onlarla birlikte olmak istedim.

Oyuncular konusunda detaya girmek gerekirse benim şahsen hor gördüğüm dizilerin yeni dönem oyuncular üzerinde etkisinin görmezden gelmek olmaz diye düşünüyorum. Gökçe Bahadır ve Mert Fırat'ı çok beğendim ve ilerde daha da iyi yerlerde göreceğimden şüphem yok. Diziler öyle ya da böyle bu oyuncuların pişmesinde etkili midir bilmem ama ben onları daha çok sinemada görmek isterim. Filmin çocuk oyuncuları konusunda ne diyebilirim bilmiyorum. Rollerini kağıt üzerinde yapmak yerine karakterlerine öyle ince süsler katmışlar ki. Ozan karakterini görenler bu çocuğun birçok filmde gördüğümüz üzere bir dekor çocuk olmaktan çok ileri olduğunun farkına varmışlardır. Filmdeki çocukların bu rolleri ancak animasyon karakterlere yaptırılabilirdi. Son olarak Çetin Tekindor ve Hümeyra'yı yorumlamak gerekirse bu ikisi tıpkı Luis Buñuel'in Catherine Deneuve ve Fernando Rey'le kol kola girip beraber kademe atlaması gibi Çağan Irmak'la birlikte daha iyi bir vitrin imkanı buluyorlar ve daha nice güzel işe imza atacak gibi görünüyorlar.
Filmde birçok sahneyi beğenmekle birlikte,filmin kefen bezi almaya gelen yaşlı teyzenin aynı zamanda bahçesinde gelecek sene çıkacak çiçekleri düşünmesi ve burada beraber vurgulanan ölüm - umut düşünceleri kısmını başka bir yere koyuyorum. Açıkça söylemek gerekirse filmde öylesine ya da kaba tabirle yeşillik olsun diye çekilmiş hiçbir sahne yok. Her sahne her söz her kare üzerinde bir anlam taşıyor. Ağır ya da hafif anlam yüklenmiş. Çağan Irmak yine labaratuvarına geçmiş filmin başından itibaren hücrelerimize bir şeyler enjekte ediyor ve belli sahnelerde bunu doj aşımına uğratıyor. Yönetmenin filmleriyle ilgili yine o bildik şu sahnesinde yine ağlattı , bu sahne ne duygusaldı sözlerini çok işiteceğiz.
Il Postino ( Postacı ) filminden sonra şimdi de bu. Sanırım içinde "metafor" kelimesi geçen filmleri seviyorum diye bir genelleme yapabilirim.

Fazla detaya girmek de istemiyorum. Bir Ege kasabasında yaşayan 10 yaşındaki göçmen çocuğun göçün etkisiyle şekillenen aile ve çevre ilişkilerini , onun doğduğu topraklara özlem duyan hoşgörü timsali ailesine kol kanat geren dedesini , mübadeleden , azınlıklara oradan ihtilale uzanan bu ülke gerçeği hikayesini izlemenizi öneririm.

Filmden erken çıkmayın derim bir de . Filmin sonunda çok hoş bir rembetiko şarkı var.TwitterTwitter'da paylaş

20 Kasım 2011 Pazar

Çanlar Kimin İçin Çalıyor - Pilar ve 10.Bölüm


Çanlar Kimin İçin Çalıyor'u bitirdiğimde bu zamana kadar neden okumamışımdan çok iyi ki şimdi okumuşum dedim. Ve iyi ki Hemingway okumaya başlamışım. Eminim henüz okumadığım kitaplarında da bir dolu hazine gizli.

Evet hazine...Okumayı bitirdiğim bir kitabın ardından kitapla ilgili detaylı bir yorum yapamayacağımı düşünüyorum. Öyle ki bu güzel eserdeki bir kelime için bile bir paragraf açmaktan korkuyorum. Bu yazıda ilk olarak kitabın içinden iki hazine bulup çıkarmak bu çerçevede resmin geri kalanına fırça lekeleri gibi görüşler dokundurmak istiyorum.

Karakterlerden Pilar ve kitaptaki 10. bölümden ilk etapta Çanlar Kimin İçin Çalıyor üzerine bunlar hakkında yazmak isteyecek kadar çok etkilendim.

Pilar , bana göre kuşkusuz kitaptaki en renkli ve çözülmesi en zor karakter. Yarı çingene ilk başta bize bir gerilla lideri olan "Pablo'nun kadını" olarak tanıtılıyor. İlerleyen sayfalarda Pablo'nun grubun sözde lideri olduğu anlaşılıyor çünkü grubun birçok yönden önderliği Pilar'ın elinde bulunuyor. Güçlü , anaç , geniş , kimi zaman edepsiz kimi zaman duyarlı bir kadın Pilar. Romanı roman yapan birçok gelişmenin oluşumunda etkili olduğu için de önemli bana göre . Gerek Robert ve Maria'yı bir aşk macerasına itelemesi olsun gerek savaşçıların El Sordo'yla yaptığı işbirliğine aracı oluşu olsun. Aynı zamanda dağdaki grubun anneliğini de yapıyor bir bakıma. Yemeklerini yapıp yediriyor içkilerini veriyor. Robert Jordan'ın çantasını dikiyor hatta. Kısacası onu tanıdığımız bölümden itibaren bir güç dayanak sembolü Pilar. Anafikirin ilerlemesine yardımı dışında enteresan özellikleri de var. Gizemli , batıl inançlara sahip. Kurduğu ilkel güçler ve kaderin önemi bağı, ölümün kokusunu hissettiği iddiaları , el falı bakması ile belki de bilerek karakterine özellikler katıyor. Hemingway kitabın değişik bölümlerinde Pilar üzerindeki işlemeleriyle kitaba güçlü bir karakter kazandırmanın yanı sıra İspanyol İç Savaşı sırasında kadın hakkında bilgi veriyor ve onu sembolik olarak kullanarak da savaş-insan arasında mesajlar veriyor. Kısa keseyim...Dediğim gibi Pilar'ı sevdim.

Çanlar Kimin İçin Çalıyor'un 10. bölümüne gelecek olursak diğerlerine bakarak daha uzun olan bu bölüm kitabın kendi içinde ayrı bir roman tadı verdi bana. Bölümde Pilar , Robert Jordan ve Maria bir başka gerilla ekibinin lideri olan El Sordo ile görüşmek için bir yürüyüşe çıkıyorlar. Onuncu bölümün başında Pilar'a "bir şeyler" olduğu açık seçik ortada. Robert acele ettikçe Pilar ağırdan alıyor ve diğer ikisini derenin kenarında ufak bir mola vermeye ikna edip ayağını serin sulara sokuyor.Uzun bir süre ne kadar çirkin olduğu konusunda ikna etmeye çalışıyor Maria ve Robertı. Ve anlatıyor bir şeylerden etkilendiği her halinden belli bir şekilde anlatıyor. Bu savaşın nasıl başladığını , kavganın başladığında kasabalarında olan bir olayı anlatıyor. Cumhuriyetçi köylülerin , halkın ellerine ne geçerse silahlanıp faşistlerin elinden kasabayı nasıl aldıklarını en ince detayıyla yeniden hissederek yaşayarak. Hemingway'in bu bölümde düzyazyıyla şiir yazdığını düşündüm ben . Ne kadar çarpıcı bir anlatım. Kasabadakilerin faşistleri ele geçirmeleri , sonra bunları bir binanın içine tıkıp Pablo'nun tek tek sabırsız halka öldürtmesinin hikayesi kan donduruyor. Gücü eline alan halk faşistleri tek tek öldürmek yerine bir süre sonra bu işten "sıkılarak" binanın içine girip linç etmeye başlıyor.Bazılarının aslında bu "iyi" diye düşündüğü faşistlerle beraber papazı da katlediyorlar. Pablo ve Pilar olsun köy halkı olsun derin rahatsızlık duyuyorlar o günün ertesinde. Hepsinin içine böyle vahşice olmaması , bu şekilde olmaması gerektiği azabı çöküyor.

Bu bölümdeki sembolizm ve anlatım nedeniyle onuncu bölümü ben bir üst çekmeceye koydum diyebilirim. Kitapta aslında bir avcı olan" yaşlı Anselmo "nun insan öldürmenin pek de hayvan öldürmek gibi olmadığı yinelemeleriyle verilen savaş herkes için kötüdür fikrini en çok bu bölümde hissediyoruz. İnsanı insan yapan harç zayıfladığında hepimizin aslında delilik seviyesinde "hayvanlığa" , vahşiliğe ne kadar yakın olduğumuzu göz önüne seriyor. Bölümdeki gibi gücü eline aldığında ezildim gerekçesiyle diğer insanları ezebiliyor, katledebiliyor , yakabiliyor insan.

Tekrar tekrar okuyunca bölümü daha çok seviyorum. Semboller kullanmaya Pilar'la daha bölümün başında başlıyor Hemingway.Bana bu bölümde farklı , bir başka biri gibi görünen Pilar oradan buradan konuşurken " Dağlarda sadece iki yol vardır. Biri aşağı, biri yukarı ! " diyor. Dağın ortasında söylenen bu söz ve takip eden sözler bir bakıma hayatın merkezinde bulunan hayata karşı ölüm, iyiye karşı kötü , geceye karşı gündüz , savaşa karşı barış zıtlıklarını gösteriyor , anımsatıyor. Bu sözlerle başlayan ve Pilar'ın anlattığı bölümle biten kısımda Hemingway iyi ve kötünün aslında doğanın kendisinde olduğunu sahip olduğu gibi doğanın ( insanın ) kendisinin bu ayrımı yapıp kirlenip temizlenebileceğine değiniyor.

Bu Pilar'ın anlattığı katliam sahnesinde not edilmesi gereken bir diğer nokta da "rekabetin" de tıpkı iyilik kötülük gibi kaçınılmaz olarak içimizde olduğudur. Devrim de tıpkı kapitalist bir dünyada olduğu gibi eline aldığı güçle bu mücadeleyi hakimiyet, üstünlük savaşına çevirebiliyor. Hemingway bunu 10. bölümde bir metaforla bizlere sunuyor. Bina'da infazı gerçekleştirilenleri bir sandalye üzerinde dengede durmaya çalışarak pencereden izlemeye çalışan Pilar bu görüntü için bir arkadaşıyla zorlu bir mücadele içine giriyor. Tıpkı vahşetin esiri olup kendinden geçen gözü dönmüş kalabalık gibi itişip kakışıyorlar. İnsanın en karanlık yönlerinden merhametsizlik ve bencilliğin Hemingway tarafından ustaca aktarıldığı bu bölümde Pilar ve çevresindekiler daha iyi katliam görüntüsü için boğuşurken aşağıda birisi bağırıyor " Yaşasın ben ! ".

Sanıyorum sırada " Güneş De Doğar " kitabı var Hemingway'in . Ona başlayana kadar belki Çanlar Kimin İçin Çalıyor hakkında bir iki konu daha açarım. TwitterTwitter'da paylaş

12 Kasım 2011 Cumartesi

Twitter Haber Bülteni


Bu sabah Amerikalı bir yazar,editörün "Bir twitçinin itirafları" başlıklı köşe yazısını okudum. Twitter bağımlılığı nedeniyle zora giren hayatına " Twittercide " yoluyla yani bütün twitlerini ve hesabını silerek bir twitter intiharı (suicide)gerçekleştirerek son vermiş. Son verilen bir hayat olunca o kadar da kolay olmamış tabi ki.(!) İlk önce twitter arkadaşlarım beni özlüyor mudur acaba diye düşünmüş. Takip eden günlerde 140 karakterli cümleler tasarlamaktan kurtulmuş kafasında. Iphone'unu kapatmış , sabah uyandığında ilk iş olarak twit atmak yerine yaptığı kahvesine şeker atar olmuş. Yazıyı çok ilginç buldum. Zaman zaman kendimce twitter ve facebook'taki insanların sosyolojik incelemelerini yaparım kafamda. Birçoğumuz da yapıyordur en azından belli konularda verilen belli tepkiler ülkemiz sosyal ortamı için bir kültür oluşturdu ve bundan hepimiz haberdarız haberdar olmasak dahi bu sitelerde gezenlerimiz bu kültürden etkileniyoruz.

Yazı öyle gibi başlamış olsa da ben aslında Twitter ve benzerlerinin aslında yararlı mı zararlı mı olduğu parantezini açmak istemedim,istemem. Bu gibi şeylere örnek olarak "bıçak" örneğimi veririm. İyi yerde kullanırsan ekmek kesersin faydalıdır ancak tutar onunla adam öldürürsen o bıçakla bir suç aletine dönüşür. İnsanın kendinde bitiyor her şey. Bağımlılık yarattığı , insanın başka bir ortamda bir hayat ihtiyacı olup olmadığı şöyle dursun son Van depreminde oldukça etkili bir şekilde kullanıldı gördüğüm kadarıyla twitter.

Her neyse aslında ben Twitter'ın ülkemizde "haber bülteni" olarak kullanılmasına taktım nedense. "Trend Topic (TT)" Yani populer olan , çok konuşulan konulara bakıldığında ülkemizde genelde haberlerde gördüğümüz başlıkları görüyoruz. Hem de aynı şekilde bir spiker ağzıyla haber vermek için kullanılıyor.İyidir kötüdür bu ama şöyle bir şey var o da bu durum diğer ülkelerde genel olarak böyle değil. Haber tutkunu bir toplumuz. Televizyonlarımız hala Trt'nin robotluğundan kurtulma sancıları çekiyor belki de bunun nedeni bu. Diğer ülkelerde kaç insan kaç bakan milletvekili adı sayabilir bilmiyorum . Bizim televizyonlarımızda her saat başı her kanalda aynı cümleler. Bir de bunlara twitter eklendi yetmezmiş gibi. Bu kadar haber meraklısı olmamıza aksi bir duruş olarak halka mikrofon tutulan tv programlarında Kıbrıs nerede sorusuna Karadeniz'de galiba diyenleri de iki kat anlamıyorum.

Doğal olarak olumsuzluklar ya da olağanüstü görünen şeyler haber oluyor. Bunların hepsinin tek tek twitterdaki "hayatlarda" tartışıldığını da düşünürsek hepimiz için ortada karamsar bir havanın gezmesi kaçınılmaz. Bu da toplum psikolojimizi ve kutuplaşmamımız açıklıyor bir bakıma.

Haber bülteninde görünen haber aynı dille haberci üslubuyla twit atılıyor. Bir kısım "doğal olarak" bu haberler üzerinde kelime oyunları yaparak takipçi edinmeye çalışıyor. Bir başka kısım sadece bekliyor. Sevdiği yazarların, kanaat önderlerinin konu üzerinde yorum yapmasını bekliyor. Olmayan fikirlerini oluşturmak için onların yorumlarına ihtiyaç duyuyor. Sonra ona körü körüne uyuyor. Bir önemli kısım ben onlara twitter hayatı yaşadıkları hayatın önüne geçen twitter insanları diyorum. Onlar haber başlığı üzerine yeni gündem oluşturuyorlar twityurtlarında.

Diyorum ya ben eğleniyorum. Bakıyorum tahlil yapıyorum daha çok. Belki şimdilik. Ancak şöyle bir gerçek var taktım mı takarım. Bu kadar haber meraklısı , haber bülteni toplum olmak böyle bir twitter görmek hoşuma gitmiyor.

Hepimizin haber alma hakkı var. Olmalı da...Bana göre internet ve tv eğlencelik olmalı daha çok. O alanda ses getirmeli. Ne eğlenmesi ? Ben kuşları inceliyordum kuş resmini gördüm geldim diyecek olanları da anlıyorum. :)

Siz ne düşünürsünüz ? Hem 140 karakter sınırlamamız da yok.TwitterTwitter'da paylaş

3 Kasım 2011 Perşembe

Jeanette Winterson , yakın ve aslında çoktan gitmiş




Bu sayfayla beraber yeni bir bölüme başlayayım istedim. Bloglarda içerik ararken görselliği de yabana atmamak gerek. Öyle ki görmek sözcüklerden her zaman önce gelir. Etkilendiğim , beğendiğim üç fotoğrafın eşliğinde onunla igili gördüğüm bir şarkıyı tadalım istiyorum üçfotobirşarkı bölümünde.

Portre fotoğraflarda " bana göre iyi fotoğraf veren " portresini hep görmek istediğim yazar Jeanette Winterson var. Daha önce fotoğrafını çekmek istediklerim başlığı altında yukarıda üçüncü sırada görünen beni çok etkileyen fotoğrafından bahsetmiştim. Bu sefer bu fotoğrafa ek olarak Winterson ve onun yıkımlarla fırtınalarla dolu gibi gelen gülüşü odağında fotoğraflar seçtim.

Şarkıyı da unutmamak gerek. Son günlerde dinlediklerimden Giorgia - Gocce Di Memoria / Anıların damlaları


-------------------------------------------------------------------------------------
© Fotoğraflar guardian , telegraph , bbcTwitterTwitter'da paylaş

2 Kasım 2011 Çarşamba

Ernest Hemingway - Çanlar Kimin İçin Çalıyor (Başlangıç)

Okunacak ne kadar çok kitap var diye düşünürken bu sene farklı bir şey yapıp bundan sonra ara okumaları saymazsak bir yazar üzerine yoğunlaşıp o yazara ait bütün kitapları okumaya karar verdim. Bu tür bir tekniğin yazar üzerine yoğunlaşmada yazarı anlamada daha faydalı olacağını da düşünüyorum. İçimdeki , aklımdaki kırıntıları birleştirdiğimde ilk olarak Ernest Hemingway ile başlamanın yerinde olacağını düşündüm ve geçen haftasonu bilimum etkinlikle açılışı Çanlar Kimin İçin Çalıyor adlı kitapla yaptım. Ernest Hemingway ve kitaplarından çarpıcı ve beklentimin üzerinde bir karşılık alacağımdan eminim.

Aslında kitapları yazarın kitapları yazış sırasına göre okumak niyetindeydim ancak internetin bilgilerine her zaman güven olmuyor ki yanlış bir sıra ile başlamış oldum. Kim bilir belki bundan sonra doğru sıraya geri dönerim.

Hemingway'in Yaşlı Adam Ve Deniz kitabını okumuş onun balıkçı , avcı tarafını tanıma fırsatını bulmuştum. Tanıyanların bildiği üzere onun tırnak içinde savaşçı yanının belki de daha etkili olduğu eserlere başlamam gerekti. Aşağıda fotoğrafını paylaştığım Küba'nın başkenti Havana'nın Ambos Mundos otelinde yazdığı kitap yazarın İspanyol İç Savaşı tecrübelerine dayanıyor.

İspanyol İç Savaşıyla ilgili çok film izledim. Belki de şöyle demek gerekir İspanya için bir mihenk taşı olduğu için bu konuda çok film var.Öyle ki Çanlar Kimin İçin Çalıyora başlar başlamaz aklımda Pan'ın Labirenti filmindeki gibi bir stüdyo kurdum. Olan bitenleri bu yönde kafamda canlandırıyorum. Ormanın , çalılıkların içinde nereden çıkacağı belli olmayan militanlar onları kovalayan askerler. İspanyol dağları...

Henüz başladım kitaba Robert Jordan ana karakterini sevdim. Onun rehberi yaşlı Anselmo da dikkate değer görünüyor. Robert Jordan karakterleri tanıtıyor ve olacak olayların kopacak kıyametlerin altını ısıtıyor. Ölüm ve öldürmek üzerine sorgulamalar var ilk bölümlerde.

Altını çizmeye, sonra tekrar etmeye değer sözler de ediyor sık sık karakterler. Bilgi yayınları baskısında bunlar tırnak içinde yazılmış.
" Bilmemeyi hep yeğlemişimdir . O zaman ne olursa olsun konuşan ben olmam." 1.bölüm

Karakterler duygu yüklü , mücadeleciler. Kitabı bitirdiğimde tekrar bu sayfalara dönerim sanıyorum konuyla ilgili.

Bu şekilde kuşkusuz ilginç bir hal de aldı okumak. Hemingway'i çabucak bitirip bu yıla başka yazarlar sığdırabilir miyim bakalım. Bu kitapları bitirene kadar başka bir kitapa en azından bir romana zaman ayırmayacağım. Okuma festivalimde evime misafir olmak üzere bir yazar öneriniz olur mu acaba ?TwitterTwitter'da paylaş

18 Ekim 2011 Salı

Paris'te Gece Yarısı ve Devamlı Geçmişte Olma Arzusu

Filmin Orijinal Adı : Midnight in Paris
Çekim Tarihi : 2010
Türü : Romantik Komedi
Yazan , Yöneten : Woody Allen
Oyuncular : (Hangi birini saymalı?) Owen Wilson , Rachel McAdams , Michael Sheen , Marion Cotillard , Corey Stoll

Gil ve Inez anne ve babalarının bir iş seyahatine takılarak Paris'e giderler. Gil ilk romanını yazma üzerine kafa yoran bir Hollywood yazarıdır. Paris'in büyüsüne kapılır ve şehirle arasında yazarlarda rastlanacak türden bir bağ oluşur. Inez ise bu duygusal bağı Gil ile paylaşmak niyetinde değildir. Aslına bakılırsa bu kavramlardan oldukça uzak görünmektedir. Gil , altın çağ olarak gördüğü 1920lerin Parisini düşlemektedir . İlhamını bu nostalji tutkusuyla aramaktadır. Inez'in arkadaşlarıyla dansa gittiği bir gece Gil Paris'in sokaklarında yürüyüşe çıkar ve bu yürüyüş onu Paris'in geçmişi aracılığıyla onun kendi geleceğine götürecektir.

Woody Allen yine yapmış ve benim bildiğim Manhattan ve Barcelona'dan sonra bu sefer de Paris'e el atmış. Film sahne sahne Paris dolu ! Biz ülke tanıtımına büyük paralar akıtıp reklamlar hazırlayalım elin adamı sadece bir filmle bu etkinin katbekat fazlasını elde ediyor. Şöyle kesenin ağzı açılsa al Woody bu para bu İstanbul dense...(?) İyi ya da kötü , beğenelim ya da beğenmeyelim Woody Allen bu filme de imzasını atmış. Bir şekilde film ona ait olduğunu hissettiriyor.

Bana göre eksilerinden başlarsak filmin ana karakteri Gil'i Owen Wilson'ın yerine başka biri de oynayabilirdi. Amerikalı turist rolü tamam da duygu yüklü başarılı bir yazar kısmında eksik gördüm. Özellikle eski yazarlarla karşılaştığı anlar oldukça silik. Bilmiyorum. Öte yandan filmde Michael Sheen ve Marion Cotillard gibi çok beğendiğim ve başarılı bulduğum oyuncular da var. Yine çok iyiler...
Filmin en güzel taraflarından biri öyküsü. İzleyeni geçmişe ve geçmişin de ötesinde o dönem yazarları ,ressamları, yönetmenleriyle tanıştırıyor. Ana karakterin zaman yolculuğunda karşılaştığı bu kişiler arasında kimler yok ki ? Ernest Hemingway , Picasso , Dali , Scott Fitzgerald , Buñuel , T.S Eliot bazıları. Filmde hepsine dair az ya da çok detaydan onların kendilerinden sonraki zamana kadar varlığını sürdüren eserlerinden onların oluşum öyküsünden bahsedilmiş ki film sırf bu nedenden izlemeye değer.

Özellikle A Moveable Feast kitabında anlattıklarıyla Paris hakkında düşüncelerini belirten Ernest Hemingway'in filmdeki bulunuşunu etkileyici buldum. Yazılarını etkileyen o bulunduğu savaşlar kişiliğine de yansımış bir Hemingway. Stili ve yazmak konusunda çok şey anlatıyor filmde. Her yerde Hemingway çıkıyor karşıma ve bu sene karar verdim okumadığım kitabı kalmayacak. Dali ve Buñuel'i ayrı severim ve onları da gördüğüme sevindim filmde. Dali Dali gibiydi de sanki Buñuel pek olmamış. Özellikle Gil'in El Angel Exterminador filminin fikrini verdiği anda Buñuel soru sormak yerine bu harika bir fikir cevabını verirdi diye düşünüyorum. Yine de o sahneyi sevdim Gil bu zamanda yolculuk hikayesini ancak bu sürrealistlere anlattığında böyle komik olurdu.
Filmin ana karakteri Gil "altın çağ" olarak nitelediği 1920'lere özlem duyuyor. O zamanki yaşamın daha güzel olacağını düşünüyor. Tam da duygusal ve nostaljik bir insandan bekleneceği üzere şimdilerden umduğunu bulamadığı için geçmişe bir övgü içinde devamlı. İronik olarak geçmiş zamanda rastladığı kişiler de Rönesansı düşlüyor.(!) Filmin işlemeyi üzerine vazife ettiği bu fikri çok sevdim. Belki ben de bunlardan biriyim. Aslında günümüz modern zamanlarında bu hisse kapılan birçok insan var. Umduğunu bulamadığında mekanları ve zamanları suçlayan insanlar. Ya şurada olsaydım her şey daha güzel olurdu ya da şu zamanda yaşasaydım daha mutlu olurdum diyerek suçu zaman ve mekanlara atıyoruz. Belki de onun için tatillerde aile ve arkadaşlarla zaman geçirmek yerine daha çok geziyor, belki de bu yüzden evlerimizi eski eşyalarla dolduruyoruz. Bir şeyi kabullenmek gerekir aslında o da : İnsan kendinden öte kaçamıyor nereye hangi zamana giderse gitsin. Filmin kahramanı bunu öğrenmek için zamanda güzel ufak bir yolculuğa çıkmak zorunda kaldı ve mutluluğu, tatmini ancak bu şekilde buldu. Belki bize yalnızca filmi izlemek yetecektir...

Son bir not filmde sürekli çalan bir şarkı var çok sevdim :



İyi seyirler !TwitterTwitter'da paylaş

4 Ekim 2011 Salı

Bu havalar ve bizler

Sonbaharın kendini iyiden iyiye hissettirdiği bu günlerde havaların sağı solu belli olmuyor.Bir gün kapalı diğer bir gün açık...Gün içindeki ısı değişmeleri kendini ciddi bir şekilde hissettiriyor. Sabah ve akşamları güneş etkisini yitirdiğinde üşürken öğle vakti güneş altında yanmak kaçınılmaz oldu. Vücudumuzu şaşkına çeviren devamlı farklılaşan bu durumlar hastalıklara da davetiye çıkarıyor. Uzak olsun !

Her mevsimin ayrı bir tadı o tadı yaşamanın da ayrı güzellikleri vardır kuşkusuz.Baharlar söz konusu ise ben iki baharın da kış ve yaz ayları arasında bir barış sağlayıcı olduğunu düşünürüm. Kışın ve yazın farklı manada şiddetlerini yumuşatırlar.İlkbaharın şehirlerde nasıl geçtiğini pek anlamıyor olsam da kışın ardından yeniden diriliştir ilkbahar. Sonbahar kahverengidir diye severim. Hemingway Paris Bir Şenliktir adlı kitabında keskin soğukların baharı öldürmesini , nedensiz bir insanın ölümü kadar kederli bulduğunu yazmış. Sonbahar yazla kışın arasına girerek biraz da bu katı ölüme biraz olsun yumuşaklık bir neden katıyor. Biraz da ondan severim sonbaharı.

Kapalı havalar ve güneşli havalar arasında insan psikolojisi ne kadar ayrım gösterir değil mi ? Dışarda aydınlık bir gün bizi beklerken insan hayat dolar . Öte yandan kapalı hava kasvet ,keder ve iç sıkıntısıdır.

Hava değişimleri insan psikolojisini etkilediği kadar edebiyat dünyasını da etkilemiştir. İnsana iyi gelmesi yazına da sirayet etmiştir .İngiliz edebiyat tarihinden güzel bir örnek verecek olursak Britanya adasının kara bulutları altında yaşayan Anglo Saksonların kara dalgalar girdaplar üzerine yazdıkları Fransa'nın kuzeyinde daha ziyade Akdeniz havası getiren Norman İstilası ile birlikte tam anlamıyla yumuşamış "gün" yüzü görmüştür. Doğaya ve hayata bakışta karamsarlığın yerini ışık ve neşe almıştır. Mina Urgan'ın İngiliz Edebiyatı Tarihi eserinden bu bulutlar altındaki adanın kötümser,soğuk dönem edebiyatından bir şiirle örnek vermek isterim :

Kimsesiz adam uyanır o zaman,
Gözünün önünde bomboş dalgalar görür ancak,
Ve kanatlarını yayarak sulara dalan deniz kuşları,
Karla karışık yağmur,doluyla karışık kar görür.
Yüreğin yaraları daha da ağırlaşır o zaman.

Yukarıdaki ve benzeri kötü havaların getirdiği hayatın boş olduğu fikrini barındıran yazılar bir başka yerde tabiri caizse çiçek böcek ve kelebeklerin güneş altındaki renklerinin ne kadar hayat dolu olduğunu anlatıyor da olabilir.

Blaise Cendrars'ın Avrupa'dan Güney Amerika'ya yaptığı deniz yolculuğu üzerine şiirler barındıran Yolculuk Notları kitabında da konuyla ilgili hoş detaylar göze çarpıyor. Aşağı yukarı kitabın ortalarına kadar olan şiirler ile Ekvatoru aşağı indikten sonra yazdıkları arasında açık bir fark göze çarpıyor. Ekvatoru geride bıraktıktan sonra ısınan havanın üzerindeki etksini yazar şöyle aktarıyor :

Çizgiye kadar kıştı
Şimdi yaz
Üst güverteye bir havuz kurdurttu kaptan
Dalıyorum yüzüyorum sırtüstü yatıyorum
Artık yazmıyorum
Yaşamak ne güzel

-------------------------------------------------------------------------------------
© İlk fotoğraf dalga izlerine aittir. İkinci fotoğraf Blaise Cendrars - Yolculuk Notları kitap kapağı - Philipp_GTwitterTwitter'da paylaş

27 Eylül 2011 Salı

Herkül Heykeli Parçaları Birbirine Kavuşuyor

Antalya Müzesi'nde yarım bir Herkül (Heracles) heykeli vardır. 1980 yılında Prof. Dr. Jalen İNAN önderliğinde yapılan Perge kazılarında heykelin alt yarısı bulunmuştu. Aynı yıl heykelin üst kısmının da hırsızlar tarafından yurtdışına kaçırıldığı öğrenildi. ( Ki bu pek de az karşılaşılan bir durum değildir. )

Sonuç olarak heykelin üst kısmı Amerika'da New York Metropolitan Sanat Müzesinde alt kısmı da Antalya Arkeoloji Müzesinde sergilenmeye başlandı. Jale İNAN'ın hem ülkemiz hem de ABD'de yaptığı araştırmalar sonucu bu iki parçanın da birbirine ait olduğu kesinleşmişti.


Bugünlere kadar heykel Antalya müzesinde karşıdan bakıldığında bir tamamlayıcı görevi yapan üst kısmının fotoğrafıyla beraber sergilendi.

Eserlerin yapıldıkları ve bulundukları topraklar ana vatanlarıdır. Yarım yamalak olmasından ziyade heykelin "memleketinden" uzakta Amerika'da olması gayet anlamsız. Tıpkı İngiltere'de Londra'da sergilenen birçok doğu medeniyeti eserlerinin orada aslında üzerinde yüklü olan anlamlardan yoksun olduğu gibi. Almanya'da Berlin müzesinin Bergama Bölümünde bulunun yerinden parça parça koparılıp sergilenen Zeus Sunağının aslında orada ne kadar öksüz olduğu gibi...

Sabah haberlerinde spikerler gazete başlıklarını okur ya hani birisinde denk geldim fotoğrafı son anda gördüm ve tanıdım. Spiker habere ilişkin yazıyı okumadı ama ben bana gerekli olanı almıştım uykulu gözlerle de olsa. Sonrasında google'da haberlerde arattığımda konuyla ilgili haberin Milliyet gazetesinde olduğunu gördüm. Okudum ve çok sevindim. Haberi okumak isteyenler buradan buyursunlar...

Herkül heykelinin diğer yarısı uzun süren çalışmalardan sonra ait olduğu topraklara getirilmiş. Parçaların birleştirilmesi gibi üzerinde yapılacak birtakım çalışmalardan sonra bir "bütün" halinde Antalya Müzesinde sergilenmeye başlanacakmış. Darısı uzaklarda bir manasını arayan boşlukta olan bütün eserlerimizin "başına" !

© Fotoğrafları cep telefonuyla çekmiştim. Kusura bakmazsınız artık !TwitterTwitter'da paylaş

26 Eylül 2011 Pazartesi

Vespa Filmleri

Emmy ödül töreninden önce aynı konuda yazarken değinmiştim. Komedi dizileri artık komik mi ya da ne kadar komik diye dikkat çekmiştim. Herkesin gülünç bulduğu şeylerin farklılığı aşikar ancak Amerikan televizyonlarının 20 dakikalık komedi dizilerinin çoğunun değişen mizah anlayışı da gözden kaçmıyor. Ben Everybody Loves Raymond seviyorum. 1996-2005 arası çekilen ve Peter Boyle'un vefatıyla çekimlerine mecburi son verilen bu diziye çok gülüyorum. Öyle ki bazı sahnelerde görüntüyü durdurup kahkahalarımı bir güzel atıp ancak öyle devam edebiliyorum. Buradan konu başlığım Vespa'ya nasıl mı geleceğim ? Everybody Loves Raymond 5.sezon 1 ve 2 bölümleri İtalya'da geçiyor. Bir Vespa'nın üzerinde görmeyi umduğum en son kişi Frank Barone karakterini öyle görünce o sahne çok hoşuma gitti. Daha önce bu bölümü defalarca izlemiş olmama rağmen ilk defa böyle dikkatimi çekmişti. Vespa sinema ve televizyon dünyasında ortalama bir oyuncudan fazla rol almıştır diye düşündüm.

Everybody Loves Raymond 5.sezon 1 ve 2. bölümler.

Akdeniz müziği , mutfağı , insanı içimizde hangi duyguları uyandırıyorsa scooter türü bir motorsiklet markası olan Vespa da Amerikan film endüstrisi için aynı etkiye sahiptir demek yanlış olmaz sanırım. Vespa'nın taşıdığı o samimiyet ve sıcaklık ön planda bir vitrin olarak olsun ya da arka planda bir detay olarak olsun izleyiciyi çekmek için kullanılmış. Hem de azımsanmayacak derecede çok kullanılmış eğer şöyle dikkatli bir düşünürsek. Ben birçok sevdiğim filmde Vespa'ya rastladım ve onlardan bazılarını burada paylaşmak istiyorum:

Vespa denince akla ilk gelen film Audrey Hepburn'ün oynadığı Roman Holiday ( Roma Tatili ) filmidir desem abartmış olmam. Filmde Audrey Hepburn'ün Roma'yı Vespa ile turlamasından sonra Romanın turist akınına uğradığından Vespaların da onbinlerce yeni sahip bulduğundan bu sayfalarda bahsetmiştim.

Yine dalgaizlerinde yer verdiğim şair Neruda'nın bir İtalyan kasabasında yaşadıklarını konu edinen güzel film Il Postino (Postacı) filminde de rastlıyoruz Vespa'ya.


Beğendiğim animasyon filmlerinden olan Ratatouille'da bu sefer mekan Paris olsa da Vespa bir rol de buradan kapmış.

Little Miss Sunshine ( Küçük Günışığım ) filmine de yakışıyor. Ailenin yolculuk yaptığı sevimli minibüs bir yana kenara köşeye bir yere Vespaları sıkıştırmak da fena olmamış.

Get Smart filminin kovalamacalarında bol bol yer alan bir başkası.

Bu sefer The Bourne Ultimatum'da aksiyonun içinde...

Görüntü bulamadım ama sanırım Fransız yapımı Taksi filmlerinden birinde (1. olması lazım ) Vespa'lılar Daniel ve Emilien'e yardım ediyorlardı.

Ve niceleri...Volkswagen diye tabir edilen eski model Vosvoslar ve Vespa scooterlar sahipleri ya da dışardan bakanlar tarafından artık birer hayat tarzı olarak algılanır oldu. Yukarıda bahsettiğim filmlerdeki görüntülerin yanında bir çok tasarımcı tarafından dizayn ikonu olarak kullanılır oldu Vespalar.TwitterTwitter'da paylaş

17 Eylül 2011 Cumartesi

Benim Emmy Ödüllerim

63. Emmy Ödül Törenine ve adayların güzel geçeceğini tahmin ettiğim gecede ödüllerini almasına neredeyse bir gün kaldı. Ödüller yarın gece yani 18 eylül pazar gecesini pazartesine bağlayan gece sahiplerini buluyor. Cnbc-e ve e2 canlı yayınla verecek bakalım bekliyoruz.

Daha öncesinde Altbilgi severek takip ettiğim blogunda bir anket düzenlemiş. Gösterilen adaylar içinden kendi ödülümüzü vermek istediğimizi seçerek gece öncesi bizlere bir oylama imkanı sunmuş. Orada görüş belirtip ben de "kendi kazananlarıma" bu sayfalarda yer vereyim istedim.

And The Emmy Goes To...

Komedi : En İyi Dizi Adaylar
Glee
Parks & Recreation
The Big Bang Theory
30 Rock
Modern Family
The Office

Komedi : En İyi Kadın Oyuncu Adaylar

Amy Poehler- Parks & Recreation
Laura Linney - The Big C
Tina Fey - 30 Rock
Edie Falco- Nursie Jackie
Martha Plimpton - Raising Hope
Meliissa McCarthy- Mike & Molly

Komedi dalında en iyi kadın oyunculardan oyum Laura Linney'e. Aslında The Big C dizisi herhangi bir dalda aday olsa ona da oy verebilirdim. Tahmin edebiliyorum izleyenlerin olduğu kadar akademi yetkililerinin de aklını karıştırmış olacak The Big C."Drama desek ? Eh değil . E kanseri merkeze almış bir komedi de olmaz hani!" diye düşünmüş olabilirler. Komedilerin artık ne kadar komik olduğu ve onlara ne kadar güldüğümüz de tartışılır. The Big C'yi senaryosunu ve Laura Linney'i çok başarılı buluyorum ben.
The Big C için bir kanser komedisi değil kansere yakalanmış bir kadının komedisi diyebiliriz. İzlemeyenler kafasında kanser olmuş bir karakter canlandırıp ah canım yazık ya da budist iyimserliğinde mutluluk güneş gülücüğümüzün arkasında diye düşünebilirler. Cathy ( Laura Linney ) tüm gerçekçiliğiyle hastalığıyla yüzleşip daha iyi olmak için değil de iyi olmak için savaşıyor.
The Big C bana göre de içindeki ve adındaki kansere karşın hayatını kaybetmek üzere olan birinden çok hayatla ilgili bir dizi. Yaşama , daha iyi yaşama ruhunu ve bunun için önümüzde seçilebilecek bir çok yol olduğunu aşılıyor bana. Laura Linney başarıyla üstesinden geldiği Cathy karakteriyle elinde kalan hayatıyla ne yapacağını düşünürken bir şekilde yaşayan izleyenlere de dur bir dakika peki ben ne yapıyorum diye düşündürüyor. İster ironik ister absürd deyin farklı komedi öğeleriyle The Big C bir klişe olacak ama " hem ağlatıp hem güldürüyor." Son zamanlarda daha iyisini daha zekisini ve farklısını görmedim. Etkilendiğim çok belli ama bu dizinin aktarmak istediği felsefesini edindiğimi düşünüyorum.Belki ilerde bu dizi ile ilgili daha fazla yazarım. İzledim izliyorum onun için oyum Laura Linney'e ve her neyiyle adaysa The Big C'ye :)

Drama : En İyi Erkek Oyuncu Adaylar

Timothy Olyphant - Justified
Steve Buscemi - Boardwalk Empire
Jon Hamm - Mad Men
Hugh Laurie - House
Michael C. Hall - Dexter
Kyle Chandler - Friday Night Lights

Drama : En İyi Kadın Oyuncu Adaylar
Connie Britton - Friday Night Lights
Elisabeth Moss - Mad Men
Mariska Hargitay - Law & Order: Special Victims Unit
Kathy Bates - Harry’s Law
Julianna Margulies - The Good Wife
Mireille Enos - The Killing

Drama dalında en iyi erkek oyuncu ödülümü House MD'de bana göre harika işler çıkaran Hugh Laurie'ye veriyorum. Dizi bitene kadar bu oy değişmeyecek sanıyorum.
Drama dalında en iyi kadın oyuncu The Killing'in cinayet dedektifi Sarah Linden rolündeki Mireille Enos. Gizemli polisiye suç dizisi The Killing'de Enos diğer birçok polisin göremediğini gören zeki yetenekli bir polisi oynuyor. Soğuk bir duruşu olmasının yanı sıra bir annenin duygularını da katıyor Sarah Linden rolüne. Böyle oyuncular için hep kendi karakterine yakın bir karakteri oynuyordur heralde diye düşünürüm. Karanlık evet karanlık dizinin soğuk dedektifi "etkileyici" karakteriyle ekran başına kilitliyor. The Killing dizisi karanlık , olayın geçtiği Seattle şehrine hiç güneş doğmuyor devamlı yağmur yağıyor. Öyle ki Mireille Enos hem o soğukluğu hem de bu karanlık alışkanlığıyla bir vampir dizisinde oynayabilir. Dizinin ikinci sezonu başlayacak ve hala aynı cinayet gizemini koruyor. Bölüm bölüm gün gün değişik çıkmazlarla düğümleri çözmeye çalışıyor izleyenlerle beraber dedektif Linden. İzlemeyenler arasında " On küsür bölümde cinayet çözülmez mi la !" diyenler hiç yanaşmasınlar.

Biliyorsunuz müzikten makyaja , sanat yönetmeninden fotoğraf seçicisine kadar birçok aday var . Hepsini inceleyemedim . Conan'ı seviyorum ona oy verir ödül almasını isterim. Adaysa Ellen yine alsın derim. Game Of Thrones'u o kadar da beğenmedim ama sanırım bu dizi ödül sahibi olacak. Hatırlatayım Mad Men ne kadar ödül alırsa alsın izlemeyeceğim :) Fantastik illa vampirli cadılı bir şeyler varsa adaylar arasında oyum True Blood'a. Daha fazla da uzatmak istemiyorum . Siz de görüşlerinizi belirtirseniz sevinirim.

İyi Seyirler !TwitterTwitter'da paylaş

8 Eylül 2011 Perşembe

Al Bano & Romina Power # eskilergüzeldir

Yine güzel bir şakı dinleyelim istiyorum. Bayram ziyareti nedeniyle dayımın yanına uğradığımda ağzında sözlerini tam bilmese de keyifle bir şarkı mırıldandığını farkettim. Sürekli aralıklarla belli belirsiz gibi gelse de güzelliğini aslında belli eden mırıldanma... "liiiberta liiiberta" Dayanamayıp sorduğumda eskilerden bir şarkı olduğunu söyledi."Al Bano ve Romina Power söylerdi.80li yıllardı..." Nedendir bilmem söyleyiş tarzından ve heyecanından olsa gerek bu şarkıcıların ismini de en az otuz yıldır ilk defa bana zikrettiğini düşünüyorum. Anlamadığım için tekrarlamasını istedim hiç duymadığım bu isimleri. Power mı ? Bu ne biçim İtalyan ismi şarkı italyanca sözler taşıyor gibi dedim. Uzatmadı ve uygun bir zamanda dinleteceğini söyledi.

Birkaç gün sonra dinleme fırsatı da bulduk. Dayımın bana göre imrenilecek bir kaset koleksiyonu var. Bu kasetlerin genelini 70li yılların sonu ve 80li yıllara ait kasetler oluşturuyor. Bunları bir şekilde Cd'ye çekme planları olduğunu biliyorum malum bu yaştaki bantların ömürleri o kadar da uzun değil. Defalarca dinlenen kasetlerin bantların aşınması , müzik çaların bantları "sarması", kalemle bu bantları tekrar sarmalar...Farkettiniz mi kasetlerden de artık taş plaklar gibi bahseder olduk. Herneyse işte dayımın bu kasetleriyle aslında küçüklükten bu yana alakalıyımdır. Çok küçükken onlardan kaleler yaptığımı, arka arkaya dizerek domino etkisi devirdiğimi hatırlıyorum. Çoğunu kırar içindeki kağıtları yırtarmışım dediğine göre ben hatırlamıyorum o kadarını. Aklım daha da yetmeye başladığında izin alıp içinde latin müziği olanları dinlediğimi hatırlıyorum.

Kasetimizi bulup taktığımızda dayım ezberlemişçesine şarkının yerini ayarladı. Hep öyledir ya kasetlerde. Bir iki şarkıdan sonra çalmaya başladı. Malum İtalyan müziğinin o yıllara ait Akdeniz ezgileri.Kafa yormayan bir müziğin önüne çıkan iki saf ses. Şarkıyı sadece bir kere dinleyebildik ve oldukça beğendim. İkinci ve daha fazlası defalar dinleyememizin nedeni aletin kaseti yine sarması oldu. Birbirine dolanan bantları şarkıyı dinledikten sonra görmem kasete daha çok önem vermemdeki sebep eminim. Sonra bantlar özenle sarıldı ve kaset istirahate alındı...

Neyseki youtube var dedim. Dinlerim ben bunu ! Umutsuzca ve elindeki benden daha yaşlı kasete daha da fazla değer katarcasına yoktur ki dedi dayım. Bilmiyorum internetin varlığına sevinmeli miyim ? O bantın sarıldığını görmek şarkıların bir zaman belki daha da değerli olmuş olabileceğini düşündürdü.

Al Bano ve Romina Power bir zamanlar ülkemizde çok meşhurlarmış. Ben "Felicita"larını duymuştum daha önceden siz de bilirsiniz. Bu şarkıyı daha bir beğendim nedense ama. "Yak beni yık beni" değil de içinde "özgürlük" geçen bir şarkı yapmışlar daha ne.

Beraber dinleyelim altına da Türkçe çevirisini ekledim.


Gece kaçıp giden bir adamın omuzlarına çöküyor.
Karanlığın beraberinde kendisiyle bir sır da götürecek.
Evlerin ve kiliselerin arasında bir kadın artık orada olmayan birini arıyor.
Ve senin adına ,daha kaç insan geri dönmeyecek.

Özgürlük, o kadar fazla insanı ağlattın.
Sensiz , daha fazla yalnızlık var.
Hayatı yaşama amacım olana dek
Sana sahip olmak için yaşayacağım.
Özgürlük, koro yükseleceği zaman
Sana sahip olmak için şarkı söyleyecek.

İnsanların acı ve derilerinin üstünde beyaz bir kağıt var.
Fakir insanlarda kinizm her gün gelişiyor
Acizliğin kalbinin karanlığında bir güneş tekrar doğuyor ama.
Sessizliğin içinden seni arayan bir ses doğacak.

Özgürlük, o kadar fazla insanı ağlattın.
Sensiz , daha fazla yalnızlık var.
Hayatı yaşama amacım olana dek
Sana sahip olmak için yaşayacağım.
Özgürlük, koro yükseleceği zamanhttp://www.blogger.com/img/blank.gif
Sana sahip olmak için şarkı söyleyecek.

Özgürlük, bir daha öyle ağlamaksızın.
Sensiz , daha fazla yalnızlık var.
Hayatı yaşama amacım olana dek
Sana sahip olmak için yaşayacağım.
Özgürlük, koro yükseleceği zaman
Sana sahip olmak için şarkı söyleyecek.

İlk defa bu şarkıda duydum : Kinizim : tıklayın Vikipedi'nin yalancısıyım.

Yıllar geçse de hala dinlenilen şarkı değerli ve güzeldir. Var mı sizin de dilinize takılan yıllardır dinlediğiniz şarkılar ? Ya da şimdi anlamlı geliyor mu etrafınızdakilerin eskiden beri tekrar tekrar aynı şarkıları mırıldanmaları ?TwitterTwitter'da paylaş

16 Ağustos 2011 Salı

Dünya Uydu Anten Mirası

Uydu antenleri,klimalar,güneş enerji sistemleri ve kablolar...Safranbolu'da fotoğraf çekerken dokuya uygun bulmadığım için kaçındığım başlıca şeyler. Son zamanlarda fotoğraf karesine almak bir yana dursun artık bu görüntü kirliliğini görmemenin bile imkansız olduğunu anladım ve bu da bu sayfayı yayınlama nedenim oldu.

Safranbolu ülkemizde tarihin korunduğu şehir denince akla gelen ilk yerlerden. Daha da hızlı akmaya başlayan hayatımızda yavaşlamamızı sağlayan bir huzur noktası...(?) Ne kadar öyle ya da ne kadar öyle kalmaya devam edecek ?

Yukarıdaki fotoğrafı Safranbolu'da Hıdırlık tepesinden çektim. Dikey pozisyonda görünen dar alanda geçmişi en çok yansıtan çarşı merkezi var. Sadece bu kare içerisinde 50 tane uydu anten belirledim. 50 antenin artık sadece fotoğraf makinaları için değil gören gözler için de nasıl bir görüntü kirliliği oluşturduğuna dikkat çekmek istedim. Üstelik fotoğrafta görünenler kentin gözbebekleri denebilecek başlıca tarihi eserleridir. 41 ve 42 numaralarda görünen iki uydu anten 1645 yapımı Cinci hamamının üzerine yerleştirilmiş. Fotoğrafı daha yakından incelemeniz ve gözden kaçırdığım diğer çöplükleri sayabilmeniz için fotoğrafı küçültmedim ve orijinal boyutta yükledim. Büyük halini görmek için fotoğrafa tıklayın.

Unesco giderek yaşlanan dünyamız üzerindeki kültürel, doğal eser ve varlıkları eğer belirlenen ölçütlere uyuyorlarsa Dünya Mirasları listesi altında korumaya alıyor. Dünya üzerinde "modern çağın yağmasına" karşın kanat altına alınmış dokuzyüzü aşkın varlıktan on tanesi ülkemizde bulunuyor. Bunlardan birisi de Safranbolu şehrimiz ! Klasik Osmanlı mimarisi evlerimizi anten ve klimalarla yağmalamayı bildiğimiz gibi duvarlara insan boyu burası Dünya Miras Kentidir yazmayı da biliyoruz , Unesco'nun bayraklarını asmayı da...Yine de Dresden'in 2009da bu listeden çıkarıldığını da dikkatlere sunarak eklemek istiyorum.



Buralarda kimse televizyon izlemesin , klima takmasın terlesin demiyorum ama bu işler Dubrovnik ve Venedikte nasıl yapılıyorsa öyle yapılsın diyorum. Turizmci ruhlu para kazanmak için her şeyi yapacak uyanık geçinenlere kaldıysak elimizdeki mirası çok geçmeden tüketiriz. Şunu da eklemek istiyorum ki nasıl Marmarise gelen turist profili ile Safranbolu'nunki farklıysa Safranbolu'dan da Marmaris olmasını beklemek "saçmalıktır". Onun için hazırda varolan tarihi , kültürel ve sanatsal değerlerin korunması için çılgın da olmasa projeler hem uygulamada hem beyinlerimizde gereklidir.

Safranbolu şehrine gelenlerin çoğunun kendine sorduğu " Biz burayı böyle gördük çocuklarımız nasıl görecek , ya da onlara da kalır mı ki " sorularını daha bilinçli düşünmek ve yüksek sesle sormak gerekiyor. Sevenlerinden önce sahiplerinin bu şehri yüzyıllar önceki haline uygun şekilde yaşatma zorunluluğu var diye düşünüyorum.

Bu vurdumduymazlık ve kirlilik sizi de rahatsız ediyorsa ve yardımcı bir ses olmak istiyorsanız bu yazıyı paylaşmanızı rica ediyorum.

Güzel Safranbolu'muzu hayatta tutmak için geç değil.

-------------------------------------------------------------------------------------
© Fotoğraflar dalgaizlerine aittirTwitterTwitter'da paylaş

7 Temmuz 2011 Perşembe

Tatil

Bir süre buralarda olamayacağım. Tatil yapan herkese iyi tatiller dilerim.

Mutlu kalın !
TwitterTwitter'da paylaş

1 Temmuz 2011 Cuma

Kabotaj bayram falan değildir !

Bugün Google'ı açmıyorum.
Ne olduğunu bilmeden Kabotaj bayramını kutlayanlar var. Günümüz şartlarında Kabotaj denizciliğimize ve bize bir engeldir.

1926 yılından beri ülkemiz denizciliğini öldürmesinin bayramını yapıyor. Bilmeyenler de törenler kutlamalarla bu olaya ortak oluyorlar. Hatta şu sıralarda twitter ve facebookta kutlama mesajları dönmeye başladı bile.

Peki nedir kabotaj ?
Denizciliğin nimetlerinden özgürce herkesin faydalanılması bir tarafa dursun her şey ne özgürlüğü ne serbestliği denip kanunla sınırlanmıştır. Hani her zaman duyduğumuz üç tarafımız denizlerle çevrili ama hiç bir işe yaramıyor lafının da kaynağı bu şeydir.

Savaş dönemlerinde bir çeşit iyi niyetle denizcilik yabancılara ve özel sektöre yasaklanmış olabilir.Bunu anlayışla karşılamak lazım. Ancak günümüz dünyasında böyle bir şeye bana göre yer yok.

Bu kanunla kısıtlanan her şey ülkemiz için şapka kanunu benzerliği taşımaktadır. Bu kanuna uymayan birçok deniz taşımacısı var. Var ancak kaybettirdiklerinin yanında bunlar hiçbir şey. Kabotaj ülkemiz ekonomisine bir balta bir köstektir.

Ulaşımın ekonominiye etkisini bilmeyen ya da unutan "kabotaj bayramını (!) kutlayan" arkadaşları eski coğrafya kitaplarını karıştırmaya davet ediyorum. Mal taşımacılığında olsun yolcu taşımacılığında olsun denizin önemi neredeyse yok. Deniz taşımacılığından tek anladığımız üç beş tatil kasabasında kıyılarda gezen yatlar. Değil mi ?

Üç tarafımız denizlerle çevrili ! Vurgulamak isterim. Rusya sıcak denizlere inmek ister sözüne hepimiz aşinayız. Sizce Ruslar sırf gidelim sıcak denizde yüzelim diye mi buraları istediler ? Daha öncesine gidersek bunca millet kavim buraların ne güzel manzarası var İzmir , İstanbul ne güzel yerler, doğası ne güzel diye mi buralara göz koydular ? E bizim elimizde bu limanlar ve kullanmıyor kullanamıyoruz. Biraz düşünelim.

İyi güzel her yer duble yol bilmem ne de hiç mi kullanılmaz şu deniz yolu ? Ne bileyim Antalya Otogarından otobüse , otobüslere biner gibi bir limandan istediğim şirketi seçip İzmir'e gidebildiğim zaman bir bayram kutlarım.

Kutlayanlar kanunu buradan okusunlar ve bir düşünsünler. Kutlamaya devam diyorlarsa bayramları kutlu olsun.

Kusura bakmayın sabah bir kabotaj bayramı kutlama mesajı gördüm ve tepem attı. Yazım ve noktalamaya da dikkat edemedim.

Bilmeden etmeden kutluyoruz ! Makina gibi twitter'da zırvalar arka arkaya geliyor zincirleme.

İyi günler dilerim...TwitterTwitter'da paylaş

26 Haziran 2011 Pazar

Sizi Ne Mutlu Eder ? - Mim Denen Şey

öz'üm blogunda kendini mutlu eden şeylerden bahsetmiş. Dalga izleri de dahil bir çok bloga da "siz neleri yapmaktan keyif alırsınız?" diye sormuş. Teşekkür ederek belirtmek isterim ki kendisine ait blogu okumaktan oldukça keyif alıyorum öncelikle.

Bu ve benzeri sayfalarda oldukça gündem konusu olur oldu değil mi ? Mutluluk etrafında gidip gelen sorular hep sonu nasıl mutlu oluruz sorusuna takılı olan. Son zamanlarda kendi kafamda verdim "neler mutlu eder" sorusunun cevabını. Mutlu olmak zorunda hissetmemektir mutluluk.

Mutlu olmak beri mutlu olmak öte...Modern zamanların bir klişesi oldu bu da. Twitter ya da Facebook'ta "mutsuzum" yazıp bir diğerinin "like" ya da "retweet"leri mi oldu mutluluk ?

Tekrarlamak gerekirse şu son zamanlardaki kafam şunu söylüyor . Mutluluğu aramak mutsuzluk getirir. Mutlu olmak kişinin mutlu olmak zorunda hissetmemesi ile var olur.

"Sizi neler mutlu eder , neleri yapmaktan keyif alırsınız?" sorusuna son zamanlar için verebileceğim cevaplar : a)fotoğraf çekmek , b)kitap okumak ,c)yeni yeni yemekler denemek...

Bu üç başlığı açacak olursak yaz mevsiminin sağladığı boş zaman bu keyif verici eylemler için bulunmaz fırsat. Balkonu kitap okuma mekanı olarak hazırladım. Değişik değişik yemekler deniyorum . İnsanın keyfi yerinde olunca bu yemekler de dahil her şeye yansıyor. Bir de al makinayı çık sokak sokak fotoğraf çek...

Bu vesileyle kendimi geçenlerde nasıl mutlu ettiğimi de anlatayım bari. Ankara Armada alışveriş merkezini sevmem. Alt kattaki Remzi Kitabevini saymazsak tabi. Gittiğimde uğrarım bir üniversite kütüphanesi havası da var evin bir kitap okuma odası havası da. İçerdeki müşteriler , raftan kitap bakan , oturmuş kitap okuyan hepsi sanki özenle seçilip konmuş da orada bulunmak için aylık alıyormuş gibi. Her seferinde benzer kişiler ve aynı aidiyet.

Herneyse girer girmez bir kitap kokusu ( bu bana keyif verir mesela ) karşıladı. Adımladım , ilerledim. Yabancı dil kitaplarının bulunduğu rafın önündeki masanın üzerinde bir Shakespeare tüm eserler kitabı. Yani The Complete Works Of William Shakespeare ( biri keyif mi dedi) Çaktırmadan yanaştım masanın üzerindeki kitabın yanına. Çekindim çünkü hemen başında yaşlıca gözlüklü , yelekli , bilge görünümlü hani kapalı mekan olmasa elinde bir pipo görebileceğiniz tiplerden. Muhtemelen bir öğretim görevlisi. Onun yanında genç , elindeki kitaba gömülmüş ödev içeriğini arıyan muhtemelen bir öğrenci. Acaba kitap onların mı ? Geç mi kaldım, onlar mı kaptı diye düşünürken uzaklaştılar. Onların uzaklaşmalarıyla beraber kucakladım kitabı. Kucakladım evet büyük boy bir kucak kitap. (keyif) Parasını sordum hemen ödedim ama şu an hatırlamıyorum. Maaşın yarısını kitaba basan biri olarak hele hele bu kitabı görmüş bulmuşken gerek görmüyorum.

Shakespeare'in bütün eserlerini bu kitapta toplamışlar. Oyunlarından , sonelerine ... Basım kalitesi süper üstüne üstlük ilüstrasyonlar çizimler var sayfaların bazılarında . (offf) Çok sevindim çok mutlu oldum bu kitabın benim olmasına .
İşte hakkında yazarken bile heyecanlanıyor insan.

Uzun zamandır yazacaktım nelerden keyif alırsınız sorusuna tam da gitti bu hikaye.






Müzik kısmını da es geçmemek gerek bu işin. O insana iyi gelen şarkılardan iki tanesini paylaşmak istiyorum . Melodisi olsun müziği olsun bana iyi geliyor. Hazır yaz da gelmişken izne de az kalmışken...

Sıla'nın Kafa şarkısının sözleri dediğim gibi iyi geliyor insana . Ancak klip "kafa"mdaki gibi olmamış pek...

Bir de Candan Erçetin - Yaşıyorum . Sözleriyle müziğiyle... İyi dinlemeler !

Bu arada bu sayfaların nazını çekmek , mimlenmek isteyenler. Sizlere nelerin keyif verdiğini , şu sıralar nelerin sizi mutlu ettiğini bilmek bana keyif verir.TwitterTwitter'da paylaş
Blog Widget by LinkWithin