Recent Posts

30 Aralık 2011 Cuma

Güneş De Doğar

Ernest Hemingway okumaların ciddi anlamda tat vermeye başladı. Yazarın ilk romanı -her ne kadar ben sırayı karıştırsam da- Güneş De Doğar daha önce okuduğum Hemingway romanlarına benzemiyor. Daha çok günümüz bloglarındaki havaya sahip ya da ben son zamanlarda bu bloglarla içli dışlı olduğum için bu tür bir hava sezmiş olabilirim. Paris kafelerinde başlayan ve İspanya'da devam eden romanın zaman zaman gezginler için bir gezi planı kimliğine büründüğünü söylemek hiç de yanlış olmaz.Giriş olarak dediğim gibi Hemingway'in kitapta bahsettiği şekliyle "günleri şaşırdığı zamanlarda" kaleme aldığı bir gezi blogu gibiydi ilk bakışta bu roman benim için.

Ernest Hemingway'in ilk başta "Fiesta" başlığını uygun gördüğü ve iki ay gibi bir sürede yazdığı roman ilk olarak Paris'te başlıyor, sonra Pirene dağlarında doğanın içinde balık avıyla devam ediyor sonra Pamplona'da San Fermin festivaliyle olgunluğunu yaşadıktan sonra Madrid'de son buluyor. Yazım tarzı açısından bu sıralama dikkatimi çekti.Hoşuma da gitti Pirenelerde başlayan maceranın Gran Via'da son bulması. Paris'teki ilk bölüm birinci dünya savaşını arkada bırakan "kayıp nesilin" romanı oluşturan karakterlerini tanıtarak bir başlangıç yapıyor. Daha sonra kahramanımız Jake Pirene dağlarında doğayla içiçe bir av macerasına girişiyor. Bahsetmeden geçmek olmaz buradaki betimlemelere ayrıca hayran kaldım. Son olarak San Fermin festivali, sembolik olarak kullanılan boğa güreşleri ve fiestalarla olay örgüsü zirvesini buluyor.

Bu olay örgüsü içinde karakterler birbirine benzer , kurallar tanımayan günübirlik hayatlar yaşarlar. Kaybetmişlikleri ve çöküntü içinde oldukları her hallerinden bellidir. Ancak bu kayıpları yeni denemelerle ya da yeni kayıplarla telafi etmekte ısrarcıdırlar aynı zamanda. Bu ve gibi konularda savaş ve boğa güreşleri benzetmeleri bir heyecan katmasının yanı sıra sembolik olarak kitapta bol bol yer bulmuş. Ana karakterin içinde bulunduğu savaşla boğa güreşleri çoğu bakış açısıyla örtüşüyor.

Hemingway'in bu kitabındaki alkolizm adında ayrı bir başlık atmak lazım bir de. Öyle ki alkol ve şarap kitapta belki de bir "fiesta" unsuru olarak çok yer kaplıyor. Karakterler arasında sürekli bir iletişim sorunu var gibi ve bunun nedeni hem alkol hem de değil. Karakterler birçok anlamsızlığın içinde kendilerini en çok sarhoşken ele veriyorlar. Haklarında en derin bilgiyi onlar sarhoşken alıp ancak o zaman bir yargıda bulunabiliyoruz.

Karakterler arasında da enteresan ilişkiler var. Başkahraman Jake Brett'e aşık. Brett yazıldığı zaman Fransa'sında çok görüldüğü üzere birden fazla kez evlenip boşanmış bir kadın ve birçok kişinin ilgisini çekiyor. Hayalkırıklıklarıyla dolu ilişkilerle sürüp gidiyor roman. Bir boğa güreşçisi dahi giriyor işin içine. Jake bütün bu olanları garip bir şekilde sadece dışarıdan izliyor bu süreçte.

Hemingway'in romanının karakterleri aralarında kitap boyunca dikkate değer ilişkiler yaşıyor, zıt düşüyor , birbirlerini kolluyor ve birbirlerine katlanıyorlar. Acı çekiyor ve yine mutluluklarını arıyorlar tıpkı her gecenin ardından tekrar doğan güneş gibi...

Birdahaki kitap Silahlara Veda olacak sanırım.TwitterTwitter'da paylaş

21 Aralık 2011 Çarşamba

Estrella #1

TwitterTwitter'da paylaş

7 Aralık 2011 Çarşamba

Aslında futbolu sevmiyoruz

Aslında futbolu sevmiyoruz toplum olarak. Hiç sevdik mi bilmiyorum tartışılır ama son dönem yaşanan olaylar iyice ortaya çıkardı ki aslında sevdiğimiz , hoşumuza giden "futbol" değil.

Didişmeyi seviyoruz. İnsan doğasına yakın bir hareketle kamplaşmaya gidiyoruz.Futbolu ona buna "laf takmak" için var sanıyor artık yeni yetme çocuklar. Aynı stadta aynı takım taraftarları dahi maraton,kapalı,kale arkası birbirlerine küfür ediyorlar kendi içlerine ayrışıyorlar. Evet küfür etmek için , ayrışmak için seviyoruz futbolu. Aslında ben futboldan anlamam diyen , futbol topu nasıl bir şeydir sorusuna bal kabağı ile lahana gibi bir şey diye tereddütte kalanlarımız bile işin içinde kavga hır gür varsa yanaşıyorlar futbola.

Günümüzde ülkemizde futbol , futbol değil. Başka bir şov , gösteri dünyasının başka bir ürünü diyebilirsiniz ama futbol değil. Maçlar reklam için yayınlanıyor o reklamlar olmasa bir anlamı yok. Onu geçelim maçın önemi maçtan sonra çıkacak birkaç canavar yorumcunun maç hakkındaki yorumuyla anlam kazanıyor.

Emektar "gerçek" bir futbolcu ölüyor. Maç öncesi anısına saygı duruşundaki ıslıklar aslında o Socrates'e değil sevdiğimiz özlediğimiz futbola gidiyor. Maç önceleri ve sonraları otobüslere , metrolara atılan taşlar da öyle. Çıkan döner bıçakları da...

Her yozlaşan çürüyen şey gibi eğlencelerimiz de yozlaşıp çürüdü zamanla. Futbol çocukken sokaklarda teptiğimiz boş pet şişelerinin , taşların zamanında kaldı.

-------------------------------------------------------------------------------------
© Fotoğraf dalgaizlerine aittir.TwitterTwitter'da paylaş

2 Aralık 2011 Cuma

Dedemin İnsanları - "Onlar da bizim insanlarımız."

Dedemin İnsanları filmini izlemişken sıcağı sıcağına filmin üzerine birkaç cümle yazmak istedim. İlk olarak film çıkışı aman ne güzel bir dünya tüm insanlar ne güzel gibisinden farklı hisler yaşadım. Film hakkındaki görüşlerim konusunda tüyo vermek gerekirse eğer bir film çıkışında bu tür farklı duygular hissediyorsak o film bana göre olmuş filmlerdendir. Çok beğendim ve bu beğendiğim detaylar için henüz izlemeyenleri rahatsız etmemeye çalışarak ayrı ayrı parantezler açmak istiyorum.

Filmin ilk bölümünü izlerken Dido Sotiriyu'nun Benden Selam Söyle Anadolu'ya kitabından satırlar anımsadım. Nüfus mübadelesinin aslında sanıldığı gibi basit bir şey olmadığı nesillerden nesillere sosyopsikolojik etkilerinin nasıl aktarıldığını gördüm. Film tıpkı Sotiriyu'nun kitabında olduğu gibi bu göçün neden olduğu trajik bir temel üzerine oturtulmuş. Tıpkı bahsettiğim bu güzel kitabı okuduğum gibi okudum filmi de. Bu sayfalarda da çok bahsederim eğer bir film okunuyorsa ayrı bir güzeldir. Dede ,torunu ve dedenin insanlarını karakter olarak tek tek özümsemek her birini farklı pencerelere koymak mümkün. Oyunculuklar da bu çeşitliliğin zenginliğin hakkını verecek kadar başarılı bence. Bir film izlemekten çok bir kitap okur gibi hissettim. O karakterlerle oturmak , konuşmak onların masasında onlarla birlikte olmak istedim.

Oyuncular konusunda detaya girmek gerekirse benim şahsen hor gördüğüm dizilerin yeni dönem oyuncular üzerinde etkisinin görmezden gelmek olmaz diye düşünüyorum. Gökçe Bahadır ve Mert Fırat'ı çok beğendim ve ilerde daha da iyi yerlerde göreceğimden şüphem yok. Diziler öyle ya da böyle bu oyuncuların pişmesinde etkili midir bilmem ama ben onları daha çok sinemada görmek isterim. Filmin çocuk oyuncuları konusunda ne diyebilirim bilmiyorum. Rollerini kağıt üzerinde yapmak yerine karakterlerine öyle ince süsler katmışlar ki. Ozan karakterini görenler bu çocuğun birçok filmde gördüğümüz üzere bir dekor çocuk olmaktan çok ileri olduğunun farkına varmışlardır. Filmdeki çocukların bu rolleri ancak animasyon karakterlere yaptırılabilirdi. Son olarak Çetin Tekindor ve Hümeyra'yı yorumlamak gerekirse bu ikisi tıpkı Luis Buñuel'in Catherine Deneuve ve Fernando Rey'le kol kola girip beraber kademe atlaması gibi Çağan Irmak'la birlikte daha iyi bir vitrin imkanı buluyorlar ve daha nice güzel işe imza atacak gibi görünüyorlar.
Filmde birçok sahneyi beğenmekle birlikte,filmin kefen bezi almaya gelen yaşlı teyzenin aynı zamanda bahçesinde gelecek sene çıkacak çiçekleri düşünmesi ve burada beraber vurgulanan ölüm - umut düşünceleri kısmını başka bir yere koyuyorum. Açıkça söylemek gerekirse filmde öylesine ya da kaba tabirle yeşillik olsun diye çekilmiş hiçbir sahne yok. Her sahne her söz her kare üzerinde bir anlam taşıyor. Ağır ya da hafif anlam yüklenmiş. Çağan Irmak yine labaratuvarına geçmiş filmin başından itibaren hücrelerimize bir şeyler enjekte ediyor ve belli sahnelerde bunu doj aşımına uğratıyor. Yönetmenin filmleriyle ilgili yine o bildik şu sahnesinde yine ağlattı , bu sahne ne duygusaldı sözlerini çok işiteceğiz.
Il Postino ( Postacı ) filminden sonra şimdi de bu. Sanırım içinde "metafor" kelimesi geçen filmleri seviyorum diye bir genelleme yapabilirim.

Fazla detaya girmek de istemiyorum. Bir Ege kasabasında yaşayan 10 yaşındaki göçmen çocuğun göçün etkisiyle şekillenen aile ve çevre ilişkilerini , onun doğduğu topraklara özlem duyan hoşgörü timsali ailesine kol kanat geren dedesini , mübadeleden , azınlıklara oradan ihtilale uzanan bu ülke gerçeği hikayesini izlemenizi öneririm.

Filmden erken çıkmayın derim bir de . Filmin sonunda çok hoş bir rembetiko şarkı var.TwitterTwitter'da paylaş
Blog Widget by LinkWithin